Afrika’ya gitmeyi kabul ettiğimizde bizi 4 konuda uyardılar :
1. Aman sivrisineklere dikkat sıtma hem süründürür hem öldürür (yeri gelmişken önemli bilgi her yıl 3 milyona yakın insan sıtmadan ölüyor, AIDS'den bile daha çok can aliyor yani o uyduruk sivrisinek ve üstelik tedavisi çok basit olmasina ragmen)
2. Fildişi Sahili’nde Fransızları sevmezler, her polis çevirmesinde aksanınızı abartın ve Fransız olmadığınızı gösterin ( önemli bir bilgi daha sırf bu yüzden bütün polis çevirmelerinde Fransız olsun olmasın herkes taklidi en kolay aksan olduğu için bağıra çağıra Italyan aksanıyla Fransızca konuşuyordu. Niye Fransızca derseniz çünkü Fildişi Sahili eski Fransız sömürüsü ve ana dilleri Fransızca)
3. Her sabah arabanızın altında bomba var mı yok mu kontrol edin. Ay pardon sayfa atlamışım bu orta doğu içinmiş. (Kendime not orta doğuya tayin olunursa araba alınmayacak bisiklete binilecek)
4. Mutlaka bir şoförünüz olsun böylece polis çevirmelerinde kendinizi daha güvende hissedersiniz. Yalnız yardımcılarınızla mesafeniz çok önemli, çok mesafeli olursanız sizi sevmez ve size yardım etmezler, çok yakın olursanız da sizi safdil bulur her fırsatta kandırırlar.
“D” ve ben çok pis mesafe koyarız!!!
Faustain bizim geçici soförümüzdü. Avrupa’da doğmuş olsa büyük adam olurdu zehir gibi bir zekası var ama o Fildişi’nde günden güne ayakta kalmaya çalışıyor. Heryeri çok iyi tanıyor ve her polis çevirmesinde de konuya acaip hakim -ki polis çevirmeleri her 2 km.de bir-. Biz Faustain’le ilk günden itibaren öyle "mesafeli" bir iletişime geçtik ki günlerimiz şu akışla ilerlemeye başladı:
Sabahları Faustain « D »yi almak üzere bize geliyor, kapıyı kendi anahtarıyla açıp içeri giriyor. Biz o sırada kahvaltı ediyor ve bir haber kanalından haberleri izliyor oluyoruz. Faustain bize “bonjour” diyor, önce mutfağa gidip kendine soğuk bir cola alıyor. Eğer cola stoğumuz bitmek üzereyse bana « Madame bu öğleden sonra unutma cola al » diye sesleniyor. Sonra salona geliyor, ayaklarını orta sehpaya uzatıp kanalı değiştiriyor ve kendine bir Nijerya filmleri kanalı buluyor. (önemli bilgi Nijerya film endüstrisi 250 milyon dolar ve heryil 200 filmle Bollywood'a yakin rakip) Eğer film sarmazsa « D »ye « hadi ama patron sen de bugün amma sallandın » diyor. « D » yi bırakıp geldikten sonra beni gideceğim yere götürüyor. Bir noktada benimle aerobic derslerime de gelecek diye korkmaya başlamıştım ama aerobiğin çok anlamsız bir uğraş olduğunu düşünüyor. Ama mesela savas çikmasaydi gönüllü yardim ettigim organizasyondan onu da beni de muhtemelen kovacaklardi çünkü her lafin içinde. Ogleden sonra alışverişe gidersek o da benimle markete giriyor. Coğunlukla aldıklarımı beğenmiyor eğer ucuz birşey alırsam « sen de amma cimrisin madame » diyor pahalısını alırsam da “burda daha ucuzu var niye patronun parasını harcıyoruz” diyor. Bütün bu faktörlere rağmen biz ne yaptık dersiniz ? Doğru tahmin ettiniz Faustain’e sürekli bizimle çalışması için iş teklif ettik. Peki Faustain ne cevap verdi? Hayır dedi ! Ama Faustain bizimle çalışmayı bıraktıktan sonra arkadaşımız olarak hayatımızda kaldı. Arada bir gelip benimle cola içmeye devam etti. Savaş patlak verdiğinde de –ki ilerleyen günlerde okuyacaksınız – bize en çok o yardım etti.
Madeleine pazar gunu kilise cikisi bizde nescafe iciyor |
Faustain iş teklifimizi geri çevirince yerine birini bulduk. Cok fakir, acil işe ihtiyacı var dediler hiç düşünmeden Seidou’yu işe aldık. Seidou’nun kuzeyden gelen bir müslüman olduğunu, Abidjan’daki polislerin Seidou’nun fiziki özelliklerinden bunu anlayabildiğini ve de Abidjan’da polislerin kuzeylileri sevmediğini biz tabii ki bilmiyorduk. (şuursuz olduğumuzu daha önce söylemiş miydim ?) Bütün bunları Seidou ile yakalandığımız ilk polis çevirmesinde öğrendim. Olay şöyle gelişir:
Polis bizim arabayı durduruyor. Ben nasılsa yanımda Seidou olduğu için çok rahatım. Fakat polis yanımıza yaklaşınca Seidou bembeyaz kesiliyor ve konuşmayı bırakın camını bile indiremiyor korkudan. Benim tarafımda ki camin açma kapama dügmesi de çalışmıyor. Bu durumda ben kalaşnikofu üstümüze çevrili polise derdimi anlatmak için Seidou’nun üzerinden eğilip camı açıyorum, polis de benim tarafima yaklasmak yerine hala Seidou'nun tarafinda ve dolayisiyla aramizda yaprak gibi titreyen Seidou oldugu halde polisle aramızda havaalanı diyologunun devamı -bu defa sesimi arabanin disina duyurabilmek için bagirarak- başlıyor. Ben uyarıları hatırlayıp :
-Kusura bakmayın Fransızcam bozuktur ben Türk
- O ne demek ?
-diyorum ki Fransızcam bozuktur çünkü ben Türküm
- Türk ne demek?- Yani Türkiye ülkesindenim ben.
- Tôrkayöde Fransızca konuşmuyor musunuz ?
- Hayır Türkçe konuşuyoruz
-Neden ?
- Eeeee çünkü kendi dilimiz var neden fransızca konuşalım ki ?- herkes fransizca konuşur
- valla türkçe konuşuyoruz yahu size yalan borcum mu var ?
- kesin fransızsin sen ama kafadan ülke uydurdun ceza yememek için…-...
O polise gerçekte Türkiye diye bir ülke olduğunu anlatamadım ve o cezayı “Fransız olduğum gerekçesiyle” yedim. Atmıyorum trafik ceza makbuzunda “Fransız olduğu halde yalan söylediği için” yazıyordu. O günden sonra arabada dünya haritası taşımaya, ve çeviriye yakalandığımda Italyan rolü yapmaya başladım. Aaa bir de en önemlisi akşamları mesaisi bitince Seido’yu evine ben bırakmaya başladım. Kim kimi koruyor birbirine karıştı evet ama herhalde çocuğun durduk yere dayak yemesine izin verecek değildim!!
Işte Fildişi Sahili’ndeki hayatımız böyle akıp gidiyordu ki bir Cumartesi ögleden sonra iç savaşın hedef tahtasına bizim yüzümüz koyuldu…
Gelecek bölüm: Bir Türk Afrika'da iç savasin ortasinda ölüm tehdidiyle karsi karsiyaysa onu kim kurtarir?
No comments:
Post a Comment