29.5.12

32 yil once bugun...



32 yıldır birini seviyorum, ama öyle böyle değil herkesden çok seviyorum. 
Başlangıçta zor zamanlarımız oldu tabii. O geldiğinde benim (size ne canım kaç yaşında olduğumdan) keyfim pek gıcırdı, paşalar gibi yaşayıp gidiyordum, dizlerim kabuk, ellerim toz toprak içinde, saçlarım birbirine girmiş, bir de dişleğim, onunsa altın saçılmış bukleleri vardı, upuzun kirpikli kocaman güzel gözleri, dünyanın en güzeliydi (güzelidir).
32 yılda bisikletimi sattı, anneme babama en olmayacak "mühim!!!" sırlarımı (o yaşlarda insan kendini pek önemser ya) yetiştirdi, bildiğiniz bana tefecilik yaptı, para verdi faiziyle geri aldı, kafama düştü (gerçekten kafama düştü)... Ben de melek değilim elbet ama kendi kendimi ifşa edecek de değilim şimdi. Yalnız bir kere ikimizi bir köpek kovaladı, ben onu bırakıp tabanlarıma kuvvet bir kaçtım ki şu gün hala pişmanlıktan içime gelir bir kaya oturur. O akşam onu bütün köpek saldırılarından koruyacağıma çocuk aklımla söz verdim.
32 yılda en çok onunla kavga ettim ama kavgaya bir 3. kişi girince de en çok birbirimizi koruduk, şimdi boyum onun boyunun yarısı ama bugün biri ona ters çıksın ondan önce ben kavgaya girerim, en çok onunla güldüm, en çok onunla dertleştim, en çok onu özledim.
32 yıldır birini seviyorum, 32 yıl önce o geliyor diye arkadaşlarımla oyun saatini kaçırdım diye pek içlenmiştim, ama iyi ki o gelmiş. İyi ki doğdun kardeşim.

24.5.12

Tiyatro Sahane Birseydir

Afrika'da herşey vardı, tiyatro yoktu. Şahane dans gösterileri, konserler izledik, İsmail Lo'nun insanın içine dokunan sesini canlı dinledik, ama tiyatronun yeri ayrı.


Paris'e gelince yılların ruh açlığıyla bir saldırdık ki, biletleri her zaman aldığımız gişedeki kadınla ismen tanışır olduk.

Paris yaşasın varolsun tiyatro yönünden çok zengin. Neredeyse her 3 binadan birinde bir tiyatro sahnesi var. Çok debdebeli salonlar da var tabii gir içlerine tarihi eser diye gez. Ama bir de apartmanın giriş katını almışlar bir daireyi sahne yapmışlar gibi cep tiyatroları da bol.


Bir keresinde -ki gördüğümüz en küçük salon buydu- oyun başlamadan yarım saat önce tiyatronun önüne gittik, kapı duvar, kimseler de yok, yanlış mı geldik acaba derken bir zil gördük çaldık, kapıyı kostümleriyle bir oyuncu açtı, o kapı tam sahneye açılıyormuş meğer ve içeride bizden bir önceki oyun devam ediyormuş. Sonra içeri girince gördük ki toplam 2 sıra koltuk, en önde oturunca bacağını biraz uzatsan oyuncuların takılıp düşme riski var. Oyun nefisti o ayrı. 


Paris'te sinema salonları da böyle küçük, İstanbul'daki gibi dev AVM'ler ve onların içindeki dev movieplexler yok. Dolayısıyla oyun, film başlayana kadar herkes sokakta kuyruk olup bekliyor. Parisliler pek çok konuda aksi ve homurtulu olabilir ama yaz kış sokakta sinema, tiyatro kuyruğu bekleme konusundan hiç rahatsız durmuyorlar.

Geçen haftasonu da D'nin annesi bizdeydi, en sevdiğimiz şey olduğu için onu da alıp tiyatroya gittik. Ben aylardır bilet ve tarih kovalıyordum zaten. John Malkovich "Dangerous Liaisons"u (filmi Turkiye'de tehlikeli iliskiler adiyla oynamisti) sahneye koydu. Tabii aslinda orijinali 1782'de yazılmış bir Fransız roman. Les Liaisons Dangereuses.  Cok versiyonu filme cekildi ama en bilineni Glenn Close, John Malkovich, Uma Thurman, Michelle Pfeiffer'in oynadigi (1988 ). 


Oyunun, kurgunun, oyunculuğun şahaneliğini nasıl yapsam da anlatsam bilmiyorum. Malkovich bütün oyuncuları az tecrübeli gençlerden seçmiş, 18. yy Fransız aristokrasisinin edepsizliğini anlatırken hem kostümleri modernize etmiş hem de tabii çağımızın iletişim metodlarını kullanmış, Kont Valmont, Markiz Merteuil'e ipad ile mektup yazıyor, Madame de Volanges'in İphone ile resmini çekiyor vs vs. O az tecrubeli genc oyuncular nasil bir sevkle, zevkle oynuyor ben size nasil anlatsam ki? Neredeyse 3 saatlik oyun ama ne olur bitmesin ne olur bitmesin diye diye seyrediyorsun. 

Demem o ki tiyatro şahane birşey. Tiyatrolarımıza dokunulmasın.

11.5.12

Hobi Denemeleri

yerlerde suruklenerek cektigim resimlerden biri
Gördüğünüz üzere bloğun fotolarını değiştirdim. Resimlerdeki kırmızı kamera D'nin bana noel hediyesiydi. Hediye süper ama bende fotoğraf tekniği çok zayıf. Kendimce kullanma kılavuzları okudum, online workshoplara katıldım, kitaplar okudum falan ama takıldığım yerler (mesela heryer) var. Öyle 10 kişilik kurslara falan gidip "bunun açma kapama düğmesi tam olarak neresi" derinliğinde sorularla kendimi maymun etmeyecek kadar da şuurum var şükürler olsun. Dedim ne yapsam, nasıl yapsam.

Benim çok kral bir arkadaşım var, adı Fixu, aslında D'nin arkadaşıydı ama ben zaman içinde çaldım benim daha çok arkadaşım oldu. Fixu kral bir arkadaş olmanın yanı sıra aynı zamanda şahane bir fotoğrafçıdır. (www.fotogigant.ch) bizim düğünde de İsviçre'den kalkıp gelmişti. Tabii ki düğün resimlerimizden sorumlu "resmi otel fotoğrafçısının" çektiği resimler çok kötüydü. Neyse ki ben beyaz giydiğim için ayırt edilebiliyordum, yoksa resimler "bu fotodaki Fatma teyze mi yoksa Nurullah amca mı tam olarak secemiyorum da?" kalitesindeydi. Fixu sayesinde doğru düzgün resimlerimiz oldu.

Benim böyle kıvrandığımı görünce dedi ki "dur bekle ben ilk trenle geliyorum". Ben de zaten aylardır yamuk yumuk resimler gönderiyordum ki meslegine olan saygisindan dolayi dayanamasın kalksın gelsin diye. Mission accomplished. Yine kalktı taaa Bern'den Paris'e geldi. 3 günlük bir workshop yaptık. 

İlk gün teori dersinden sonra pratik için sokağa çıktık. Ben sanıyorum ki 3 eyfel kulesi çekeriz sonra gider bir kafede sütlü kahve içer resimleri konuşuruz. Ne hayal! Gece 11'e kadar ışık kovaladık, parklarda yerlerde süründük, kilolarca ekipman taşıdık. Kardesim hobi dedigin boyle kolay kolay yapilan, keyifli, yumusacik birsey degil midir? Beni gorsen sanirsin ki 3 gun sonra Afganistan'a gidip savas muhabiri oluyorum (embedded journalism 101). 


Saat 20'de montparnasse'ın tepesine çıktık, en doğru zamanda şehrin ışıklarını çekecekmişiz, açım, üşüdüm, yorgunum ve saçlarımdan ot, toprak sarkıyor, ne ışık umrumda ne şehir, ben böyle homur homur Fixu'nun lensleriyle abstract denemeler yaparken yanımda tripodunu kurmuş bekleyen biriyle selamlastim. 


Şimdi siz "ne şaşkınsın Pini" diye bana saldırmadan önce savunmamı yapayım. Benim göz ve beynimin kişi tanıma kısmı arasında bağlantı sorunu var (bence), gayet bilimsel bir neden yani (yine bence), karşı masada Brad Pitt otursa "bu çocuk benim ilkokul arkadaşım mı yoksa ortaokul mu?" derim hatta dediğim olmuştur (Brad için değil). Ben böyle "seni de burada zorla bekleten bir arkadaşın mı var" diye az daha soracak iken Fixu "aaaaa bu Scott Kelby" diye çığlık attı. Fotoğraf dünyasında çok mühim adam, 40 tane mi ne kitabı var. Fixu'nun idolü. Etrafında Fransız ekibi de var, hem bir workshop veriyor hem de yeni bir video çekiyor aynı anda. Hemen Fixu tanıştı tabii ve bilin bakalım ne oldu, Kelby benden isviçreli hayranıyla fotoğrafını çekmemi istedi. Böyle şeyler bana olur. İlk fotoğrafçılık dersim, bütün ekibi beni izliyor ve elime ilk defa aldığım bir makine ile akşam ışığında, fotografciligin baba isimlerinin resmini çekmem gerekiyor! Tabii ki çekmeden önce bir 40 dakika kadar "bu benim ilk günüm, kötü çekersem sorumluluk kabul etmiyorum vır vır vır" diye dert anlattım ama konusmakla yildiramayinca mecburen cektik fotoyu. Resmi görünce Kelby "bu konuda seninle konuşmamız gerekecek" dedi!!! Ama belki de iyi birsey demek istemistir, belki de cektigim kare o kadar sahanedir ki benden en bir numarali asistani olmami falan isteyecektir, ayda 100 bin dolar maas verecektir kimbilir, neden hemen olumsuz yoruyorsunuz ki cumleyi yani? 


Fixu yıllardır tanışmak istediği kişiyle benim gibi bir caylak daha ilk gün tanışınca bana biraz kıl olmadı değil hani. Ama diyorum ya kral arkadaştır ertesi gün yukaridaki resimleri çektik beraber.

Her insanın bir fotoğrafçı, bir avukat bir de estetik cerrah arkadaşı olmalı bence. Fotoğrafçı tamam, avukat da var, bir de estetik cerrah arkadaş edinirsem tamamdır, sizi falan tanımam.



Not: Fixu'ya biz "take away photographer" diyoruz aklinizda olsun hani lazim olursa.

7.5.12

Piemonte, Barolo, Erkekler ve Haritalar


Fransa'da Sarkozy'nin ve Hollande'ın yüzlerini kendi yüzümüzden çok görür olduk. Türkiye'de de çocuklar bozuk çıktı. Yeni nesil zaten çok bozdu. Biz böyle miydik? Yerli malı haftalarında yedik radyasyonlu fındıkları yine de cillop gibi okula gitmeye devam ettik. Her 3 kişiden 5'i tiroid hastası gerçi o başka. Bir de karanlıkta yeşil yeşil parlıyor olabiliriz. Neyse yani gündemlerden daraldık, bir küçük kaçalım dedik, Gugs(gorumcem olur ya da eltim emin degilim aile ici unvanlari hep karistiririmo) ve Clo(Gugs'un kocası)nun da aklını çeldik, kendimizi İtalya'ya attık. Pietmonte'deydik uzun bir haftasonu tatili için.

Piemonte meşhur barolo şaraplarının memleketi. Barolo italyan şaraplarının kralı. The king. Hakikaten kral şarap. İtalya şu an dünyanın en büyük şarap ihracatçısı. Fransa'yı sollayıp geçmiş. Kendim için yapıyorsam namerdim, sizin için şarapların kralını denedim. 

Piemonte çok güzel bir bölge, şarap bağları, dağ köyleri resim gibi. Şu an yoğun sezon olması lazım ama bomboştu. Hatta adım başı isviçrelilerdrn başka hiç turist yoktu. Gruezi diye diye gezmekten bir hal olduk. Krizden çok etkilenmiş bölge. İsviçrelilerdrn başka avrupa'da kimsede gezecek para kalmadı dedi kaldığımız otelin yöneticisi.

Tabii ki sadece yiyip içmedik (ama bayağı yedik şimdi sizden saklayacak değilim). Alba'nın meşhur pazarını gezdik. Bütün şehri kaplıyor pazar. Alacak birşey bulamadım gerçi. Yine de pazar kapanınca 1230-15 arası piazza'larda cafelerde aperitivo ve beyaz şarap eşliğinde uzun öğle yemekleri yiyen italyanlara katıldık, yüzümüzü güneşe döndük, ayaklarımızı uzattık. La Morra'nin arnavut kaldirimli dar sokaklarini kesfettik, tabii ki zeytinyagi alisverisi yaptik ve sarap.

Ertesi gün şarap bağlarında yürüyüş tavsiye etti yerel enoteca'nın sahibi. Çok kolay bir parkur çok keyifli dedi. Güneyli güneylinin halinden anlar ben yemedim tabii. Dedim de bizim gruba "bakın bu adam annesinin karnından elinde şarap şişesiyle çıkmış, kesin yolun yarısından sonrasını hatırlamıyor, kafa güzel ya ona bütün yollar güzel" diye. Yok kuzeyliler illa herkese inanacak. 

Bir de tabii eline uyduruk turist haritası alan erkeğe bir özgüven geliyor ki sanırsın Christophe Colombe. Avcı ve toplayıcı ya sanki mağaradan çıktı dinazor filetoyla geri dönecek. Halbuki rakım 1500 bir dağ köyünden bayır aşağı yürüyorsun belli ki o yolları bir şekilde geri yokuş yukarı yürüyeceksin köye geri dönmek üzere. Tabii ki aynen böyle gelişti yürüyüş. Bizim Clo diplomalı şarap uzmanı üzüm tipi, toprağın muhteviyatı vay efendım budama şekilleri diye şen şakrak başlayan yürüyüş önce devrilmiş kütüklerin altından geçip, köpekler tarafından kovalanıp, çamur akan derelerin üstünden atlayıp Lost'un film versiyonuna döndü sonra güneş altında susuz 2 saat diz boyu çalıları yararak yürüdükten sonra dimdik bayırın dibinde kendimizi bulup da yukarı köye bakınca "blair witch project"e döndü (hikayedeki witch'i bulunuz). Bizim avcı ve toplayıcılara hayat dersi olmuştur bu diyeceğim ama biliyorum ki bir sonraki tatile kadar içlerindeki yavru kurt geçmiş tecrübeleri unutacak yine.

Bu kendimizi dağa taşa vurma seansı ardından sadece bölgenin değil tüm italya'nın iyi restoranlarından sayılan Bovio'da rezervasyonumuz vardı. Pazar günü kocaman kocaman aileler restoranları dolduruyor. Çocuklar dahil herkes takım elbiseli, pek şık. Anneanne, babaanne, dedeler, çocuklar, torunlar, kuzenler, kuzenlerin çocuklari, 50'şer kişilik masalar neredeyse. Bireyselken bile desibel sınırlarını zorlayabilen italyanları bir de böyle kollektif düşünün. Çok hoş manzara, insan çok imreniyor bir 15 dakika kadar, sonra kendi sesini duyamaz oluyorsun. Bu bölgenin etleri meşhur, barolo şarap soslu süt danası, yemelere doyulmaz.
Neyse yani Piemonte'ye gidin, La morra'da kalın, Alba'yı ve Asti'yi gezin, üzüm bağlarında romantik yürüyüş tuzağına düşmeyin, italyan kadınlar pek şık yanınızda topuklu ayakkabı getirin, belki bir de kulak tikaci!!!