9.10.14

Gitmek, Kalmak ve Kusmak Üzerine

Dağın tepesinden köye inen patikanın kenarında banklar var. Bir tanesinde Andrea kalp Simon yazıyor. Kalbin ortasından ok geçmiş. Ne yaratıcı (!) Patika kenarındaki bankları sahiplendirmiş köyün belediyesi. Yenilenmesini üstleniyorsun, üstüne adını yazıyorlar.

Alp dağlarında bir yerdeyim. İnsanlar, kendilerini kurtarmışlar, çocuklarını kurtarmışlar, geleceklerini kurtarmışlar, hayvanlarını ve ağaçlarını kurtarmışlar bir tek patika kenarındaki bankları kalmış kurtaracak.

Andrea ve Simon'un banklarına kusasım geliyor, kalbin tam ortasından geçen okun üstüne üstüne... Üzüldüm mü, endişelendim mi kusarım ben. Kimi ağlar, kiminin migreni tutar, kimi yemek yer, kimi yemeden kesilir, ben kusarım.

Epeydir memleketten uzakta kusasım var işte hep böyle. İçi boşalmış bir sırt çantasına benzeyene kadar, çizgi filmlerde yam yassı olan karakterler gibi içimi boşaltasım var.

Çok oldu uzağa gideli, o kadar çok oldu ki dünyanın her yerinden "gidenler" tanıdım ve tanıdığım "gidenler" artık tanıdığım "kalanlar"dan daha çok.

Gittiğim için mızmızlanma hakkım yok diyorum, "kapağı atmışsın işte, sus" diyor birileri. Ne ayıp! Onlara kızıyorum, gittim diye üzülme hakkım yok mu benim diyorum kusasım geliyor. Çünkü bazen gitmek mi daha zor kalmak mı karar veremiyorum.

Andrea ve Simon'un aşkına kusmak istediğim için de kendime kızıyorum sonra. Onların ne suçu var benim ülkemde insanlar birbirini sevemiyor, bir arada yaşayamıyor, geçmişten ders alamıyorsa. Doymayan, hırslı, öfkeli ve arsız savaş lordlarına "yeter" demeyip genç insanları kurban vermeye devam ediyorsa insanlar benim ülkemde Andrea ve Simon'un suçu ne? 

Ama işte, benim ülkemde genç çocuklar bir ağacın gövdesine kargacık burgacık 2 harf, ortalarına da bir kalp kazıyamadan ölüyor ve Andrea ile Simon bunu bilmiyor. Ama  işte ben "insanlar ölmesin, çocukların gelecekleri (her anlamda) ellerinden alınmasın" diye endişelenirken Andrea ve Simon'un "bilmemesine" kızıyorum, tek dertleri bir patika kenarı bank olursa tabii ki kızarım da kusarım da. 

Koca dağlar var karşımda, biz yokken de vardılar biz gidince de olacaklar, kimiz ulan biz kıytırık ortalama 70 yıllık (şanslıysak) ömrümüzle? Bize mi kalacak oğlum buralar, size mi kalacak? Kusarım böyle memleketin ızdırabına, tam ortası nereye geliyor bu ülkenin, açın haritayı gösterin bana, Andrea ve Simon'un bankına kustuktan sonra oraya da kusucam, yetti be
(Delirerek sahneyi terk eder)

12.9.14

Bir Lisan Bir Yemek

arkadaki heykel kiril alfabesini borçlu olduğumuz Saint Cyril (Constantine) bu aralar kendisini hürmetle anıyorum
Previously on extra bagaj: Pini ve D, Lviv’e taşınmışlardır. 

Havaalanında bizi almaya gelen adamı bulamadığımız zaman başımıza gelecekleri tahmin etmeliydik. Elimizde bavullarla kalakalmıştık ve elinde bizim adımızın yazılı olduğu kimse yoktu. Transferi ayarlayan kişiyi aramak, o kişinin adam orada sizi bekliyor demesi, bizim tek tek tüm tablolara bakıp kendi adımızı yine bulamamamız, yine transferi ayarlayan kişiyi aramamız, telefonda bulmamız gereken arabayı tarif etmeleri, arabanın önüne gittiğimizde ise, önünden 12 kere geçtiğimiz kişinin bizi almaya geldiğini farketmemiz… Neden? Çünkü ismimiz kiril alfabesiyle yazılmıştı ve biz okuyamamıştık.

Böyle başlayan olaylar, benim için derin bir varoluşsal probleme evrildi. “Literally” varoluşsal çünkü yemek istediğimi anlatamıyorum ve bu probleme kısa sürede çözüm bulamazsam açlıktan yokolacağım için varoluşum da sona erecek. 

Örneğin dün, pilates dersimden çıkmış, tramvay şoförü uzun bir cümle kurduğu için anlamayıp yanlış yerde inmiş, 2 km yürüyüp spor salonuna gelmiştim ki (deli böyle her şeyi aynı gün yapıyor) açlıktan pilates topunu yoga mat’ine sarıp dürüm yapmamak için mantıklı bir sebep bulamıyordum. Ve yiyecek bir şey olup olmadığını öğrenmek istediğimi anlatamadım. Öğle yemeği olarak capuccino içtim. (evet elimi ağzıma götürmek, midemi ovuşturmak, çatal bıçak taklidi yapmak… hepsini denedim)

Bir restoranda tavuk sipariş etmeyi denedim, yöntemimiz resimli mönüsü olan bir yer seçip parmaklarla resmi göstermek, ben tavuğu işaret ediyorum, garson 5 dakikalık uzun bir cümle kurup suratıma bakıyor, yok mu diyorum yine aynı cümleyi kuruyor, başka bir resim gösteriyorum yine aynı cümleyi kuruyor, böyle bir 10 dakika çabalıyoruz, ben çok açım ve artık çaresizlikten alt dudak titremeye başlıyor, tavuk sipariş etmeye çalışırken ağlamaklı olduğum için garson tavuklarla aramda özel bir bağ olduğunu düşünüyor olmalı ya da daha kısa ve mantıklısı, net deli sanıyor.

Şimdilik 2 kelime biliyorum, biri iyi günler diğeri de teşekkür ederim ama hangisi hangisiydi diye 10 dakika tereddüt ettiğim ve kimse de teşekkür etmemi 10 dakika boyunca durup beklemediği için ben olmadık birine iyi günler diyor veya teşekkür etmiş oluyorum. Sonuç = yine deli.


Eğitim şart halkımız, bir lisan bir insan ve hatta bir lisan yemek demek.

15.8.14

Taşındık Biz


Şimdi şöyle ki, biz taşındık. eş, dost çevremiz olsun, facebook, twitter arkadaşlarımız olsun, bilenler biliyor zaten. 6 yıldır Paris’teydik ve çok seviyor olmamıza rağmen rahat hafiften hafiften batmaya, avuç içlerimiz karıncalanmaya, kafanın epey gerilerinden bir ses boğuk boğuk “maceraaaa, maceraaaa” diye kendini duyurmaya başlamıştı.

Ben macera deyince siz bir tahmin edin bakalım, tam da şu anda dünyanın neresine taşınmış olabiliriz? Zamanlamada bir dünya markası olduğumuzu bilen herkesin bu soruya doğru cevap vereceği üzere, Ukrayna’ya taşındık. Lviv şehrine. Lviv, çok güzel, işte Prag’a benziyor falan. Bunları hep anlatacağım.

Ama bugünkü konumuz Lviv’e varışımız. Bütün evi topladık, kartonlara sığdırdık, taşıma şirketinden gelenlerin bağzı kıymetli çanak çömleklerimi, ambalaj kağıtlarına sarışını seğiren bir gözle seyrettikten, azıcık işlerine müdahale ettikten sonra konteynerin kapağını kapattık, kendimize de 5 valiz yaptık, yola çıktık.

İnsan bir takım şeyleri taşına taşına öğreniyor. İsviçre taşınmasında -haziran ayına denk geldiği için- yanıma neşeyle parmak arası terliklerim ve bikinilerimi alıp yola çıkmıştım, sonra o eşyalar kasıma kadar gelmeyince parmak arası terliklerimi yakarak ısınmak zorunda kaldım. Dolayısıyla bu defa süper bir hareketle kışlık bavul da hazırladım. Kışlık bavulum, yazlık bavulum, ambalaj kağıtlarına girmelerine kıyamadığım ayakkabılarımın olduğu bavul, teknolojik eşyalarımın olduğu bavul, eh işte 1 bavul da D’ye. 

Neşeli neşeli aktarma yaptığımız Varşova Chopin havaalanında “vay be adamların havaalanlarının isimleri Chopin, bizde de RTE olacak, tüh bizdeki talihe” içerikli bir brainstorming bile başlattım. O anda dertlerim, 3.havaalanının adıyla sınırlıydı.

Lviv havaalanına geldik. Buranın havaalanı 2012’deki avrupa futbol kupası için yapılmış. Günde 4 uçak falan iniyor dolayısıyla da biz daha pasaporttan geçerken -ki bu da 2,5 dakika sürüyor- bavullarımız çıkmış oluyor.

Kışlık bavul, check
Teknoloji bavulu, check
Ayakkabı bavulu (yuppi be), check
D’nin bavulu (püf), check
Her şeyimin içinde olduğu yazlık bavul…yazlık bavuk…yazlık bavul… BAVULUM NERDE

Elbette ki en ihtiyacım olan şeylerin hepsinin bir arada, koyun koyuna durduğu bavulum, kıymetlim YOK. Havayolu şirketinin görevlileri çok az ingilizce konuşuyor ama en azından 24 saat bulunmayacağını şüpheye yer bırakmadan ifade edebiliyorlar. 

Yolda epey kırık bir arabası olan taksicinin “işte bu da benim kırmızı ferrarim ehi ehi” esprilerine tıslayarak cevap vere vere otele varıyorum. Üstümde olabilecek en eski t-shirt’üm ve en dizleri aşınmış kotum var ve başka da bir şeyim yok. Başka şeyim yok derken çok ciddiyim, iç çamaşırı olarak, D’den ödünç aldığım boxer şortu giyiyorum. Ertesi akşam resmi bir yemeğe davetliyiz ve benim kılığım bu. He, ama pardon kırmızı papa ayakkabılarım yanımda, bir de hava bir günde 35 derece soğursa giyecek çok şeyim var, kayağa bile gidebilirim!

Ertesi gün uçağın tekerlekleri piste değdiği andan itibaren havayolu şirketini her arama arası 5 dakikayı geçmeyecek şekilde özen göstererek başlıyorum;

-bavulum geldi mi?
-benim bavuluma baktınız mı?
-bavulum bulundu mu?
-herkes beklesin önce benim bavuluma bakın
-bulundu mu bavulum?

Sonunda bavulum bulunuyor. Bir başka yolcu alıp gitmiş, sonra da acelesi olmadığına karar verip ertesi gün akşamüstüne kadar beklemiş. O akşam kıyafetlerimin hepsini birden üst üste giymek istedim, eşyalarıma sarılarak uyumak, hepsini adeta yavrularımmış gibi koklaya koklaya yerleştirmek istedim. (yapmadık herhalde öyle bir şey)


Bu tatlişko hatıradan çıkarımımız; bir daha eşyalarımızın hepsini farklı farklı bavullara böleceğimizdir. Bir de pantalon içinde erkek boxer şortu çok rahatsız bir şeymiş, paçaları kıvrılıp duruyor.   

23.6.14

Kapı Önü Komşular Grubu Gururla Sunar: La Marseillaise

Hava epey sıcaktı, çok eğlendiğimiz bir öğle yemeğinden dönüyorduk ve eve girip siesta yapmamak için iyi bir neden düşünemiyorduk. Binanın kapısına geldiğimde 6.katta oturan gecç komşularımızın kapının önünde beklediğini gördük. Ana kapıyı açan anahtarınız ya da telefon numarasını bildiğiniz bir komşu var mı dediler. Hayır her ikisi de yoktu ve evet, kapının önünde kalmıştık.

Bilenler vardır, Paris binalarındaki ilk kapı, büyük kapı, pazar günleri ve akşam saat 20’den sonra kodla açılır. İşte o kapıya ne olduysa olmuş, kodu deniyoruz ama açılmıyor, tuş sesi de çıkmıyor, ekran da boş boş bize bakıyor. Yani bizden habersiz kod değişmiş olamaz, elektrik sorunu zahir.

Komşularımızın bir kısmını tanıyorum. Bir kısmını ise ömrümde hiç görmedim. Buraya taşınırken - 6 yıl önce - eve kutu kutu eşya girerken merdivenlerden inen bir kadın “aaaa bizi bırakıp gidiyor musunuz” demişti. “yoooo heniz geldik” demiştim. O komşuyu 6 yıldır hiç görmedim. Geçenlerde karşılaştık, taşınıyormuşsunuz çok üzüldüm, biz sizi çok severdik dedi. Kim olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Doğrusu tanıdığım komşuların da telefonlarını almak aklıma gelmemiş. Aşağıdan kapı zili çalmanın imkanı da yok, sistem öyle yapılmamış.

Üstelik pazar günü hava nefis, apartman görevlimiz mösyö Domingues pazar günleri oğlunun evine gidiyor, gece 23'ten önce dönmez. Hava böyle güzel olduğu için tüm komşular da gezmeye gitmiştir. Yani içeriden çıkıp da bize kapı açacak birilerini bulma ihtimalimiz oldukça düşük. Daha çok zaman ilerledikçe kapı önünde bekleşen kalabalık çoğalacak.

Nitekim, biz 6. kat komşularıyla, yarısı kırık bir firketeyle koca demir kapıyı açmaya çalışırken 5.kat komşularımız da geliyor. Firketenin sağlam tarafı da kırılınca kapının önünde ciğer bekleyen kedi gibi otomatın yanmasını ve birinin çıkmasını bekleyen 6 kişi oluyoruz. 3.katın camı açık taş atalım diyorlar. Bunun bize pek faydası olmaz çünkü 3.kat biziz, çıkarken camı ardına kadar açık bırakmıştık diyoruz. 

Aslında 1.katta oturan yaşlı madam ve daha da yaşlı annesi evde, az önce perdeyi açtı ama biz çok heyecanlı zıplayınca korkup sıkı sıkı kapatıp içeri kaçtı diyor gençlerden biri. Umarım kızıdır diyoruz, çünkü annesi biraz karıştırıyor. Geçenlerde kendi evi diye bizim eve geldi. İkna etmek epey vaktimizi aldı. 

Bu sefer de hepimiz gözümüzü 1.katın penceresine dikiyoruz. Beyin gücüyle perde kımıldatmayı becerebiliyor olsaydık keşke diyor 6.kat komşusu. Onların camına taş atalım diyor 5.kat komşusu. Yaşlı madamlar korkup polisi ararsa durum daha da absürdleşebilir diyor 5.kat komşusunun sevgilisi. İtfaiyeyi arayalım diyorum. Bizim pencereler açık sonuçta. 5.kat komşularından kadın olanı heyecanla benim fikrime katılıyor. İtfaiyeyi aramaya ne kadar da heveslisiniz diyor erkek olanı.  Acil durum olmadan itfaiyeyi ararsanız cezası çok büyük diyor 6.kat komşusu. Geçen yaz tatile gittiğimiz sahildeki cankurtaran bile facebook arkadaşımken komşulardan hiçbirinin facebook arkadaşım olmadığına inanamıyorum diyor 6.kat komşusu. Aaaaa senle arkadaş da niye benle değil diyor diğer 6.kat komşusu.


Gürültü yapalım diyoruz. Bağırarak şarkı söylersek birileri camdan bakabilir. Hangi şarkıyı söyleyeceğimiz konusunda anlaşamıyoruz. Kimse bir diğerinin bildiği şarkıyı bilmiyor. Farklı yaş grupları ve farklı dil gruplarından oluşan bir kapı önü gurubuyuz. Bir kaç denemeden sonra fransa milli marşında karar kılıyoruz. Hepimizin ortak bildiği tek şarkı bu. Malum dünya kupası. Allons! Enfants de la patrie diye başlıyoruz, parktaki birkaç çocuk “vive la france” diye bizle dalgalarını geçiyorlar. Dalga geçmeyin gürültüye katılın çocuğum diyoruz. 

O kakafoni 1.kattaki yaşlı madamın dikkatini çekmiş olmalı ki perdeyi uzulca aralıyor. Hepimiz ıssız adada mahsur kalmış da uçak gürültüsü duymuş kazazedeler gibi hem zıplayıp hem de elimizi kolumuzu heyecanla sallıyoruz. Heyecandan türkçe bağırıyor olabilirim, o kısımdan çok emin değilim. Yaşlı ve meraklı madam grupta beni tanıyınca “aaaa ne yapıyorsunuz siz orada öyle” diyor. Bir nevi komşularla kaynaşma toplantısı, bize katılmak istemez misiniz? 

Yaşlı madam aşağı inip, kapıyı içerden açarak hepimizi kurtarıyor. O zamana kadar 50 dakika geçmiş olduğu için biz çoktan askerlik arkadaşı kıvamına gelmişiz zaten. 6.katta oturan gençlerin deniz ürünleri restoranı varmış, pazarın sokağında, haftasonu hep beraber orada toplanacağız, kapıda kalma maceramızı ıslatmak için. İçeri girerken 5.kat komşusu "yine de itfaiyeyi çağırsaydık iyi olurdu bence" diyor.

24.4.14

Sinema Salonu Dediğin...


Dün sinemadaydım. Bizim mahallede 4 tane sinema var. Hepsi, eski Paris binalarının en alt katlarında. En fazla 4 salonları var, epey küçük. Film saatini içeride bekleyecek kadar alan bile yok. Kar da yağsa yağmur da yağsa biletimizi alıp kapının önünde sıra olup bekliyoruz. 

Dün bunlardan birindeydim, kalabalık Bastille meydanına yakın olanında. Çıkış kapısı direkt kaldırıma açılıyor. Kaldırımda da 2 kadın karşılaşmış, uzun zamandır da birbirlerini görmemişler. Biri çok kilo vermiş. Dükan rejimi yapıyormuş. Sebzeyle zaten arası yokmuş da meyve yemeden durmak çok zormuş. Diğeri saçını kestirmiş, çünkü sevgilisinden ayrılıyormuş ve morali biraz bozukmuş. Paskalya tatili için çocukları annesine göndermiş. Gerçi annesi de iyice yaşlanmış ama ne yapsınmış, kafasını dinlemek iyi gelmiş. Biz bunları nereden biliyoruz, çünkü dedim ya sinema salonunun çıkış kapısı direkt kaldırıma açılıyor. Biz de içeride biraz ağır bir film izliyoruz, uzun sessizlik molaları olanlardan. Sonunda genç bir adam ayağa kalktı, kapıyı açtı, “saçlarınız çok güzel olmuş madam, ama rica etsem biraz ileride konuşur musunuz, biz içeride film izliyoruz da” dedi. Yerine otururken bütün salon teşekkür etti.

Film yalnız izlenir - bence-. Sinemaya yalnız giderim, haftaiçi öğleden sonraları. Mahallede 4 sinema var, bir de huzurevi. Bizim evin hemen arkasında. Öğleden sonraları huzurevi kalabalığı ile denk geliyoruz. Çoğunlukla şu diyalog geçiyor arkamda:

  • işitme cihazımı takmayı unutmuşum
  • efendim?
  • ne dedin?
  • yok, istemem ben mısır
  • hiç anlamadım. işitme cihazımı takmayı unuttum demiş miydim?
  • efendim?

Geçenlerde, gümüş saçları bir gece önceden bigudiyle sarılmış, hoş bir yaşlı kadın film sırasında uyuyakaldı. Film de aslında sıkıcı değildi. Kafası koltuğun gerisine düşünce bir de horlamaya başladı. Tam 2 sıra önümde oturuyor, toplam zaten 10 sıra belki var. Salonda kimsenin filme odaklanması mümkün değil. Ayrıca yaşlı kadın çok hoş ve anlaşılan kimse kadını utandırmak istemiyor. Biraz kıpırdandık, 2 öksürdük falan ama olacak gibi değil. Kimse kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyor çünkü ihale üstümüze kalacak diye korkuyoruz. Sonunda yine genç bir adam görevi üstlendi. Kibarca, “madam sizi korkutmak istemem ama film çok heyecanlı ve siz kaçırıyorsunuz” diyerek kadını uyandırdı.

Bazı şehirler içeri içeri büyüyor.  Evler genişliyor mesela çünkü stüdyo daireler “toplumun değerleriyle uyuşmuyor!” oluyor (toplumun kendi, herhangi bir değerin yanından geçmiyor ya neyse konumuz o değil). Arabalar büyüyor, yerden yükseliyor, arabalarda hep 1 kişi, tek başına, saatlerce trafikte kapalı kalıyor. Parklar yerine avm’ler yükseliyor, sokağa değil duvarların arasına “çıkıyor” şehirliler. Sinemaların kapıları sokağa değil avm’lerin içine açılıyor.

Paris öyle bir şehir değil. Duvarların dışına dışına büyüyor Paris. Kitaplarını parkta okuyor Parisliler (kitap okumak “topluma tehlikeli” bir hareket değil burada, parkları polis basıp kitap okumayın diyemiyor), sabah kahvelerini teraslarda içiyorlar, alışverişlerini sokakta yapıyorlar, ve sinemaların kapılarında sıra bekliyorlar. Evet, film izlerken araya parazit sesler giriyor, perdeler dev, koltuklar yatar değil. 


Ama kapısı sokağa açılan sinema salonunu 1000 kere tercih ederim, duvarların içine değil sokağın göbeğine büyüyen şehirleri tercih ettiğim gibi.

17.3.14

269 gün + 20 dakika + bir ömür için… unutmayın, affetmeyin


Dedem çok yakışıklıydı, uzun boylu. Bit kadar bacaklarımla elini tutmuş yürürken başımı kaldırdığımda heybetli bir dağ gibi gelirdi. El ele tutuşmuş Zuhal pastanesine ekler yemeye giderken dedeme aşık yürürdüm. Ayaklarımın yere değmediği -ki halen bazen değmez- sandalyede oturmuş dünyanın en lezzetli ekler pastasını yerken dünyanın en mutlu kız çocuğu bendim.

Anneannemle dedemin Erenköy'deki sokaklarının köşesinde erol bakkal vardı, şimdi erol emlak oldu. Ekmeğin inşaatten daha önemli olduğu günlerdi, çocukların iç rahatlığıyla ekmek almaya yollanabildiği zamanlardı. Köşesini koparırdım ama aslında parmağımı çengel yapıp içindeki hamur kısmı yemeyi severdim. Eve gelene kadar ekmeğin içi oyulmuş olurdu.

Dedemle pastaneden geri dönünce, apartmanın bahçesinde karşı apartmanın çocuklarıyla oynardık. Yere tebeşirlerle çizdiğimiz yoldan dışarı çıkmadan gazoz kapağını en hızlı ilerleten misketleri toplardı. Ortası kırmızı olan bir misket vardı, benim gözüm hep ondaydı. Dizlerimizin üzerinde misketlerle oynamaktan kabuk olan dizlerimizin, koparttığımız kabukları dışında kanayan yerimiz olmazdı.

Paris'te oturduğum evin hemen yanıbaşında bir pastane var. Bütün sokak ekmek kokuyor sabah 5'ten itibaren. Sabahları ekmek almaya gidiyorum, cumartesileri de ekler, dedemin anısına. Önünde çocuklar oynuyor, yere tebeşirle bir şeyler çizerek. Anneleri terasında kahvelerini içerken, “bütün pantalonların dizleri yırtık, başa çıkamıyorum” diye birbirlerine şikayet ediyorlar. Balkondan bakınca ekmeklerin köşelerini kopararak geçenleri görebiliyorum. 

“Maman” diye bağırıyor bir çocuk. “Anne” diye bağırmış Berkin başından vurulunca.

Köşeleri yenmiş ekmekler penceremin önünden geçiyor, çocuk seslerine karışıp. Anne diye bağıran çocuk sesleri çınlıyor beynimde, meydanlardaki kötü kalabalıklara, içi yanan bir anneyi yuhlatan o sesi bastırıp. Kötülük çağında yaşıyoruz, kötülük bir çığ gibi üstümüze üstümüze geliyor sanki.

Bundan sonra boğazımızı yırtarak geçecek bütün ekmekler, anne diye bağıran çocukların sesi bir çocuğun sesini anımsatacak sadece, misketlerin ortası sadece kapkara artık. 


Anne diye bağırdıktan 20 dakika sonra bayılmış Berkin. Kimbilir ne kadar korkarak geçirdiği o 20 dakika için, 269 gün + 20 dakika için... 269 gün + 20 dakika + asla yaşayamayacağı yıllar için, ekmeklerin hatrına, misketlerin hatrına, çocuk seslerinin hatrına, çığ gibi büyüyen kötülüğü yenmemiz için, yuhlatanın ve yuhlayanın seslerini bastırmak için, unutmayın, affetmeyin.

5.3.14

Pini'nin Yazdıkları...


Ben artık şurada da yazıyorum:


Bir de şurada da yazıyorum: 


Hani olur ya okumak isterseniz, haberiniz olsun dedim

4.3.14

Peynirin Tadına Baktın mı?


50. yaşgününü 50 tane birbirini tanımayan arkadaşıyla kutlamaya karar veren bir tanıdığımızın partisine davetliydik. En sona kalacak şeyi baştan söyliyeyim; niye böyle şeyler yapıyorsunuz? Yapmayın! 

Biz kapıdan girdiğimizde 2’li öbekler halinde toplanmış insanlar birbirlerine sırtlarını dönmüş duruyorlardı. Böyle partilerde çantamı asla evsahibine vermem ki kaçmam kolay olsun. Fakat Celine daha hoşgeldiniz der demez çantama hamle yaptı. İlerleyen saatlerde dansedeceğiz, ver çantanı odama saklayayım diyerek. Bilmiyor ki ben ilerleyen saatlere kalmadan sıvışacağım. Duymamış gibi yaparak çantamı sıkıca kavrıyorum. O ise daha da kuvvetli asılıyor. Kısa süreli bir çanta çekişmesi yaşıyoruz, artık duymamış olmama imkan yok, çantama bu kadar yapışmış olmam etrafın “o küçük çantaya bu kadar kıymetli ne sığdırmış olabilir ki” temkinli (ve hatta sanırım bir ölçü imalı) bakışlarına yol açtığı için bırakmak zorunda kalıyorum. Çanta gidiyor, çantayla beraber farkettirmeden sıvışma hayallerimiz de. Neyse böyle durumlar için 1-2 yedekte bahanem var.

Diğerleriyle tanışın diye bizi bırakıp yeni gelen bir kadının çantasına doğru ilerliyor Celine. Boyum kısa olduğu için bu tip partilerde yakalanmadan asosyal olmayı iyi beceririm. Uzun boylu bir grup bulup - tercihen grup büfeye yakın olursa iyi olur - arkalarına saklanmak hep işe yarar. Ben somon tabağına doğru iyice yaklaşıp doğal ortamına uyum sağlamış bir bukalemun gibi gözden kayboluyorum. D’nin boyu sorun yaratıyor! Etrafta oturacak bir tabure vs olmadığı için ancak dizlerini kırarsa saklanabilir. Bu fikrime pek sıcak bakmıyor. Biraz sağa kay, hala çok uzunsun, şu adamı tam ortala diye yerimi yapmaya çalışırken, birisinin büfeye bıraktığı şampanya kadehini yere düşürüyorum. Kadeh yere varmadan önce havada 3‘lü salto yaptığı için duvardan aşağı şampanyalar akıyor ve tabii şangırtıdan herkes bizim tarafa dönüyor ve elimde somon tabağıyla saklanma yerimde açığa çıkmış oluyorum.

Somon ister miydiniz diye elimdeki tabağı arkasına saklandığım uzun boylu adamın eline tutuşturup göstermelik bari 1-2 kişiyle konuşmaya karar veriyorum.

  • Selam
  • Selam
  • Celine’i nereden tanıyorsun?
  • Spor salonundan arkadaşım, ya sen?
  • D’nin iş arkadaşı
  • .........
  • ........
  • Peyniri tattın mı çok güzelmiş?
  • Aaaa evet ben bir peynirin tadına bakayım

Kütüphanenin önünde yere çömelmiş, ayağında topuklu ayakkabılar olan bir kadın görüyorum. Tabii ya, topuklu ayakkabı, kadınsal konular
  • Ah ben de biraz çömeleyim bari şuraya, topuklular ayaklarımı mahvetti
  • Evet, düz ayakkabı giymeliymişiz
  • ..........
  • ..........
  • ..........
  • ..........
  • Ben en iyisi peynirin tadına bakayım

Bu deneme de burada tıkanıp kaldıktan sonra 2 veya 3 

  • Selam
  • Selam
  • Celine’i nereden tanıyorsun?
  • İlkokuldan arkadaşım, ya sen?
  • D’nin iş arkadaşı
  • .........
  • ........
  • Peyniri tattın mı çok güzelmiş?
  • Yaaa yaaaa evet peynir çok güzel

güdük muhabbeti yaşayıp boşveriyorum. O sırada gözüme Celine ilişiyor, dans eder gibi yapıp yanına yaklaşıyorum. 

  • Süper parti yaaa valla çok sağol
  • Eğleniyorsun di mi? Peynirin tadına baktın mı?
  • Yaaaa evet peynir süper. Şey ben diyecektim ki, biraz uykum va....
  • Hahahahahha Pierre’i gördün mü nasıl dansediyor
  • uykum var diyecektim ben eve gitseydim

cümlem tamamlanamadan Celine yanımda uzaklaşıp Pierre ile dansediyor. Vazgeçmiyorum, 1-2 saçma dans hareketiyle kalabalığı yararak yanlarına varıyorum.

  • Ahahahhah süper ya valla ne güzel dansediyorsunuz
  • Bak bu Pierre tanıştınız mı? Peynirin tadına bak henüz bakmadıysan
  • Baktım baktım peynirin tadına, selam Pierre, ben aslında diyecektim ki, geç oldu yarın sabah da spora gidic....
  • Aaaa şampanya bitti mi, balkonda var dur getiriyorum
  • Ben, ben, şey ben

Aaaaaa evime gitmek istiyorum çantamı ver be. Demiyorum tabii. Pıt pıt pıt peşinden balkona gidiyorum, şampanya şişesi almaya gitmiş olan Celine balkonda birisiyle sigara içiyor.

  • Ay oh be burada hava ne ferah dansetmekten terlemişim
  • Aaa gel gel, bak bu Natalie, peynirin tadına baktın mı? Natalie aldı peynirleri
  • Yaaa nereden aldın bana da öğret, enfesti peynir cidden. Ben de tam diyecektim ki, çantamı alıp ben yavaş yavaş artık eve gits...
  • Pazardan aldım bak gel bir kağıt kalem bulup peynircimin yerini tarif edeyim, sen de git mutlaka, benim 10 yıllık peynircim hep ondan alırım
  • ........

Ağlamak istiyorum!!!!

Sonunda partiden son ayrılanlardan ve en çok peynir yiyenlerden biri oluyorum.

Yapmayın şöyle partiler, yaparsanız da elalemin çantasını rahat bırakın. Ama peynir güzeldi şimdi doğruya doğru!


20.1.14

Anneleri ve Öğretmenleri Bilirsin İşte

- Pini, bu bana gönderdiğin hayvanlı eldiven dinazor mu yoksa köpekbalığı mı? diyor, telefona cevap verir vermez.

Arkadan annesinin sesi geliyor : “hani önce teşekkür edecektin”

- Şey, annem teşekkür etmem gerektiğini hatırlattı diyor.

-Teşekkür etmene gerek yok, hayvanları çok sevdiğini biliyorum görünce mutlaka beğeneceğini düşünmüştüm diyorum.

İçini çekiyor ve
-Anneleri bilirsin işte diyor

-Bilirim tabii diyorum.

-Yarın eldivenlerimi anaokuluna götürebilirim onun için tam olarak ne hayvanı olduklarını bilmeliyim diyor.

-Köpekbalığı onlar diyorum, hani Gana’daki büyük denizde olanlardan.

-Ona okyanus deniyor Pini, diyor.

Sen çok küçükken Danimarka’daki gölle Gana’daki okyanusu böyle ayırıyordun dersem sevimsiz ve modası geçmiş bir yetişkin olacağım, onun için;
-teşekkür ederim bu bilgi için. diyorum

Benim okyanusu tanımıyor olmama takılmadan devam ediyor:
-Bence bu bir dinazor çünkü eğer köpekbalığı olsaydı sırtında bir tane çıkıntı olurdu, ama bunun tam 3 tane var diyor.

-Dinazorlar konusuna çok hakim değilim ama sen öyle diyorsan belki de haklısındır. Arkadaşlarına mı göstereceksin eldivenleri?

-Evet ama sadece yarın yapabilirim bunu çünkü cuma günleri anaokuluna evden bir eşya getirmemiz serbest, ama o eşya ipad veya nintendo olmamalı.

-Neden böyle peki diyorum?

Tekrar içini çekiyor, 
-öğretmenleri bilirsin işte diyor.

-Biz de senin yaşlarındayken okula oyuncaklarımızı götürürdük diyorum

-Sizin okulda ipad serbest miydi? diyor

-Ben küçükken ipad yoktu diyorum

-Peki çizgi filmleri sadece dvd’den mi seyrediyordunuz yani diyor

-Ben küçükken dvd de yoktu diyorum

Telefonun ucunda bir sessizlik oluyor. Yüz yüze olsaydık tek kaşını havaya kaldırıp şüpheyle yüzüme bakacağından eminim. 
-Bence babana söyleseydin ve arkadaşlarınla iyi geçinseydin sana alırdı ipad diyor. Belki de yaramazlık yapmışsındır diye de esrar perdesine kendince çok mantıklı bir çözüm getiriyor. 

Arkadaşlığımızın devamı için siyah beyaz TV’dan bahsetmemeye karar veriyorum.

-Biliyor musun bunlar sadece eldiven değil, aynı zamanda yastık ve çorap da olabiliyorlar, ben dün akşam onlarla uyudum diyor.


4 yaşındaki küçük arkadaşıma Nepal’de örülmüş bir çift köpekbalıklı/dinazorlu eldiven gönderdiğim için mutlu kapatıyorum telefonu.

15.1.14

Paris'te Hayatta Kalma Rehberi


Paris’te yaşamak için edinilmesi gereken 2 beceri var. Bunları kıvırdığınız anda gönül rahatlığıyla piştim ben diyebilirsiniz. Hayır Fransızca öğrenmek, metroda kaybolmadan yolunu bulabilmek gibi becerilerden bahsetmiyorum. Daha hayati, daha mühim becerilerden bahsediyorum. 

Birincisi; kaldırımlar üzerindeki kafe teraslarının yanından, ellerinde tepsiyle şarap taşıyan garsonlara, kapı önünde sigara içen müşterilere ve ellerindeki haritaya dalmış turistlere çarpmadan yürüyebilmek. Bir de tabii kaldırımdaki köpek kakalarını unutmayın. Kuvvetli refleks, atik hareket kabiliyeti ve keskin uzak görüş gerektiren bu aşamada küçük kazalara hazırlıklı olun. 

İkincisi ise o kafelerde ve küçücük restoranlarda yan masayla dirsek dirseğe oturmuş halde yemeğinizi yiyebilmek. 

Bu ikinci aşamaya ilk beceriyi yeterince geliştirdiğinizden emin olduğunuzda geçmenizi tavsiye ederim zira özellikle dikkat ve yoğun konsantrasyon gerektiren bir durum. 

Her an kendi bardağınızla tanımadığınız masa komşunuzun bardağını karıştırıp başkasının suyunu, şarabını, kahvesini içebilirsiniz. Ekmek sepetlerinizi, yemek tabaklarınızı hatta çatal bıçaklarınızı bile karıştırabilir ve başkasının patates kızartmalarından avuç avuç aşırıyor olabilirsiniz. Çünkü evet birbirinize o kadar yakın oturuyorsunuz. 

Öyle ki sanki “ver bir fırt çekeyim” deseniz tereddüt etmeden sigarasını verecek kadar. Telefonunuzu almak için elinizi çantanıza attığınızda doğru çantayı karıştırdığınızdan emin olmak için iyice bakmanızı gerektirecek kadar. Çanta konusu yemeğiniz sona erdiğinde de masadan kalkarken ayrı bir tuzak aşaması olarak karşınıza çıkacak hazırlıklı olun. Bu aşamanın avantajı şu ki; masanızdaki muhabbet açmıyorsa sağ masadaki ya da sol masadaki muhabbete dahil olabilirsiniz. Sağdaki masanın şirket dedikodularına, soldaki masadaki genç kadının kocasıyla ilgili şikayetlerine zaten ilk kadehten itibaren hakimsiniz. 

Yalnız bu aşamanın ekstra bonuslu zorluk denemesi: Tuvalete gitmeniz gerektiğinde tüm restoranın düzenini bozmanız gerekecek, bütün masalar çekilecek, bütün komşular ayağa kalkacak. Onun için iyisi mi tutun.

Bu aşama için de dikkatini bir odakta toplayabilmek, araç ve gereçlere hakimiyet ve eşyalarını yan gözle tanıyabilme becerisi, yan masaya daha güzel bir yemek gelme ihtimali durumunda nefsine hakim olabilmek bir de tabii en önemlisi gelişmiş anatomik avantaj (halk arasında çişinizi uzun süre tutabilme becerisi de deriz) özelliklerine ihtiyaç duyacaksınız.


Paris’e hoşgeldiniz, iyi şanslar dilerim

8.1.14

Ben Hepsini Gördüm

“Ben hepsini gördüm” dedi, kendi kendine mi mırıldanıyor, benimle mi konuşuyor emin olmak için yandan bir bakış attım. Bir yandan da hafifçe bankın ucuna iyice yaklaştım. Parka gelip de boş bank bulduğumda, yanıma kimse gelmesin diye tam ortasına oturmuştum halbuki. Beyaz bir kaç tel saçı bir gece önceden bigudiyle sarıldığı belli olan gri mantolu yaşlı kadın yanıma oturunca biraz kaydım. İşte şimdi de kaya kaya bankın tam ucuna kadar gelmiştim.

Bunun hepinize olduğundan eminim. Belki beyin-yüz koordinasyonunuz benden daha çok gelişmiştir. Benim beynim “şimdi çok kızgın bak” komutunun neresini yanlış iletiyor bilmiyorum ama “kızgın suratımı” gören banka yerleşip muhabbete başlıyor. Bir sabah erkenden ya beynimi, ya suratımı başka yere atayacağım görecekler günlerini.

Beyaz, kısa ve bigudiyle sarılmış saçlı yaşlı kadın bir yandan güvercinlere ekmek kabuklarını atıp bir yandan da “kimse hatırlamaz sanıyorlar, ama ben hatırlıyorum” diye konuşmaya devam ediyor.

Parkta güvercin beslemek yasak, park bekçisinin geldiğini görünce kadın belki gider diyorum. “Madam lütfen güvercinleri beslemeyin, sonra alışıyorlar ve parkı kirletiyorlar” diyor bekçi. “Parkta beslemeyip nerede besleyeceğim güvercinleri, bu şehrin 20 m2‘lik balkonsuz dairelerinde de beslemeyelim diye ucu sivri demirler koydunuz zaten, bütün yaptıklarınızı biliyorum bari güvercinleri rahat bırakın” diye aksileniyor kadın. Bekçi ya hak veriyor ya da yaşlı kadınla tartışmak istemiyor, arkasına dönüp gidiyor.

Bekçinin ardından ters ters bakıp kaldığı yerden devam ediyor: “Ben küçük bir kızdım, komşularımızın götürüldüğünü gördüm, herkes bilmiyor gibi yaptı, ama ben gördüm, sonra komşularımızın evlerine başka aileler taşındı, kimse bilmez, kimse sormaz sandılar, ama ben gördüm”

Kitabıma odaklanmama artık imkan yok. Kapatıyorum. Parka gelirken pazardan adını bilmediğim meyvelerden almıştım, hani turuncu, kiraz gibi ama sert, tadı ekşi, yaprakları elinizi yapış yapış yapıyor, işte o meyve. Google’larsam adını bulurum mutlaka, ama google’lamam gereken daha bir sürü şey var. Belki yarın yaparım, olmadı öbür gün.

Kadına yaklaşıp meyvelerimden ona da uzatıyorum. “Yıkadın mı sen bunları” diyor. Hayır yıkamadım, pantalonuma sürüp sürüp yiyorum, bir de üflüyorum. Benim için de sür o zaman pantalonuna, benim eteğim kıymetli, kirletemem diyor.

Bir meyveyi kendim için pantalonuma sürüyorum, sonrakini yaşlı kadın için, o konuşmaya devam ediyor.

Sonra geri gelen çocukları gördüm, evlerinden alıp gönderdikleri çocukları lüks otellerde karşılayınca kimse hatırlamaz sandılar, ama ben gördüm. O çocukları başlarından atıp vicdanlarını rahatlatınca bu defa uzaktaki kara gözlü çocuklara bulaştılar. Nasılsa bu şehirde olmuyor diye kimse bilmez sandılar, ben gördüm. Ne yaptığınızı biliyoruz, yaptıklarınızı yapmanızı istemiyoruz diyenleri metroların tünellerinde dövdüler, şehri bölen nehrin kış soğuğu sularına attılar. Ayaklanmıştı hani talebeler, sen o zaman doğmuş muydun? diye sorarak gözlerini kısıp yaşımı tahmin etmeye çalışıyor. Doğmamıştım ama biliyorum diyorum. İşte o talebeleri büyük cadde boyunca saçlarından sürüklediler, kodese tıktılar. Sonra bir de farklı dil konuşan, farklı renk gözle bakan çocuklar gelmeye başladı buraya, işte onları da şehrin dışına attılar. Bunlar bu kronolojik sırayla olmamış olabilir anlıyor musun? Anlıyorum diyorum. 

Bir de tabii hepsini aynı adamlar yapmadı ama aynı düşünen adamlar yaptı. Hep adamlar yaptı, ben hepsini gördüm. Şimdi de mesela para bitti diyorlar, neden benim emekli param bitiyor da onlarınki bitmiyor?  

Ben gördüm ama ben de daha uzun kalamam artık burada, bunların değişeceği yok, ben gidersem rahatlarlar sanıyorlarsa işte buna hiç niyetim yok. İnsan bir kere gördü mü bir daha bilmemesi mümkün mü? Öbür tarafa da götürüyorum gördüklerimi. Melekler varsa beni dinleseler iyi ederler. Onlara da bir kaç çift lafım olacak. 

Peki ya sen diyor, sen de gördün mü?

Ben de gördüm diyorum, bu ülkede değil ama uzakta, kendi ülkemde gördüm, onların “duvardan düşüp öldü” dedikleri çocuklara aslında ne olduğunu ben de gördüm. İnsan bir kere görünce bir daha bilmemesi mümkün mü? 

Ellerim meyvenin yapraklarından yapış yapış, cebime sokamıyorum. Güvercinler ekmek kabuğu sever mi? Bunu da google’lamalıyım.