31.10.12

Çok Kalabalık

metrolarda özlediğimiz görüntüler bunlar hep

Bugün tersimden kalktım. Sabahları zaten pek sevgi dolu bir insan olduğum söylenemez ama bugün iyice huysuz uyandım.

Huysuz uyanınca insan içine karışmamak gerekiyor. Ama inadına da haftalardır ortadan kaybolmuş güneş çıkmasın mı? Yürürsem neşeli bir insan olabilirim belki dedim. Tabii ki neşeli bir insan olmadım. Daha çok Chucky’nin karısı gibi oldum. 

Biliyorum yarın olmasa öbür gün siz de homur homur uyanacaksınız. Onun için tersinden kalkılan günlerde uzak durulması gereken insan tiplerini yazdım (tabii ki hepsi bugün toplaşıp benim karşıma çıktı ne sanmıştınız?)
  • Yolda yürürken yürürken bir anda duranlar. O an hayatın anlamını mı çözüyorsunuz ne oluyor da zınk diye durmanız gerekiyor? Paris’te alan zaten dar, manevra yapmanın imkanı yok, domino taşları gibi herkes üst üste yığılıyor, şahsen tanımadığım insanların sırtına yapışmadan yürümeyi tercih ediyorum mesela, ona göre ani frenlerden kaçınsak?
  • Daracık kaldırımda elele tutuşmadan yürüyemeyenler. Üstelik senin karşıdan geldiğini göre göre hala elele devam ederler. Bir bırak elini kaçmaz valla alışsın.
  • Tam metro turnikesinin önüne kadar gelip koca çantalarında bilet aramaya başlayanlar. O bilet o çantanın en dibinde ben biliyorum hiç başka yerlere bakma. Bir sabah gelip metronun artık bedava olduğunu mu ümit ediyorlar acaba? Tüh ya metro yine biletliymiş neyse şu turnikenin üstüne bütün çantamı boşaltayım da acele etmeden yavaş yavaş biletimi bulayım bari aaaa 3 yaz önce kaybettiğim terliğimin tekini buldum!!!
  • 10 durak sonra inecek olmalarına rağmen metronun tam kapısının önünde dikilip inmeye çalışanlara da garip garip bakanlar. Evet tuhaf ama farklı farklı duraklar var ya hepimiz farklı duraklara gidiyoruz işte böyle inmemiz gerekebiliyor bazen rahatsızlık vereceğiz ama hafif önümüzden çekilseniz
  • Metrodan inip kapının hemen önünde duranlar. E şey biz içeridekiler de çıkmak istiyorduk bir mahsuru yoksa, 2 adım daha atıp dursanız mesela arkadaşımız içeride mahsur kalmadan hepimiz inebiliriz, çok mersi
  • Metroda avaz avaz telefonla konuşanlar. Apple ve diğerlerinden ricamdır, gelişmekte olan ülkelerde sattıkları cihazlardan konuşma fonksiyonunu kaldırsınlar. Kafamız şişti bizim. Ya da telefon arama yapmadan önce “dikkat yapacağınız konuşma gerçekten önemli ve gerekliyse evet tuşuna basın, daha bu sabah gördüğünüz halanızın oğlunu arayıp abi orada hava nasıl burada yağmur var, ee anlat biraz daha daha naber içerikli bir konuşma olacaksa sakince hayır’a basın” önerisi yapan telefon çıkarın işte o telefona hakkıyla akıllı telefon diyelim. 
  • Yolda sigara içerken kendi dumanlarından kendileri rahatsız oldukları için sigarayı kendilerinden 50 cm uzakta tutup sizin elinizi kolunuzu yakanlar. Ben sigara içmek istesem yetişkin bir insan olduğum için o kararı kendi kendime alabilir ve saç, kirpik, ceket kolu vs kendi kendimi zaman zaman yakabilirdim, almadığıma göre kolumun sigarayla yanmasıyla ilgilenmiyorum demektir değil mi?
Şu an insanlığa karşı sevgi dolu hisleri sel olmuş taşarak kendini aşan arkadaşınızın derin ve uzun incelemelere dayalı gözlemi de şudur ki; dünya çok kalabalık çok  

21.10.12

İnsanın Ömrünü Uzatan Ülke



Bazı ülkeler doğadan torpilli, bütün şehirleri ayrı güzel. Biliyorsunuz bizim çekirdek ailenin %50’si (D olur)öyle bir ülkeden geliyor, İsviçre’den. Haliyle İsviçre’ye ben de torpil geçerim, ara sıra isviçre yazarım.

Fransızlar “1.sınıf gömülme” diyor İsviçre’de yaşamak için. Komşunun komşuyu kıskançlığı deyip geçelim. Aslında İsviçre insanın ömrünü uzatan ülkedir. Her yer tertemiz, düzenli, herkes kibar, saygılı, herşey dakik, organize. Temizlikten insanın başını döndüren hava, göllerde biten sonra tekrar başlayan dağlar, masaldaki şekerden evlere benzeyen evlerle dolu minik şehirler, sakinlik, durgunluk, telaşsızlık, baharda yemyeşil kışın bembeyaz çayırlar...

Her ülkede ev gibi gelen bir yer vardır ya işte benim için İsviçre’de ev Leman gölünün kıyıları, Türkiye’nin yakın tarihinin 2 bilindik ismi Lausanne ve Montreux’nün arasında uzanan üzüm bağları vardır, karşı kıyı Fransa’ya sessizce nispet yapan şahane beyaz şaraplar yapılır o bağlarda. Bağların çepeçevre sardığı minik köyler vardır, köylerin altı göl, gölün karşısı her daim karla kaplı iri kıyım Alpler.

Yaşadığım şehrin adı Vevey idi. Cenevrelilere sorarsan Cenevre gölü, Vaud kantonunda yaşayanlara göre ise Leman gölünün kıyısında oturdun mu kuğuların kanat çırpmalarını dinlersin. Kuvvetli kanatlarını gölde çırpmaya başlarlar, zarif ama iri gövdeleri gürültüyle havalanır etrafa sular sıçratarak. Kuğular güzel hayvanlar ama terslerine gelmemek lazım. İsviçreli çocuklar göllerdeki bütün hayvanlarla saygıyla birarada yaşamayı öğrenerek büyürler. Kuğular da onlardan uzak durur, onlar da kuğulardan. Yalnız lezzetli ekmekleri yemeye gelince kuğular da takmaz mesafeyi. Bir kere alıştılar mı her gün aynı saatte, aynı yerde kahvaltıdan arta kalan çıtır çıtır ekmekleri beklerler. İnsan nüfusu zaten az. Kuğuları bile tanır olursun bir süre sonra. Kuğu grubunun arasına karışmış bir kaz vardı, kendini kuğu sanıyor, nasıl da çirkin sesi, bir yaygara kuğuların peşinde sürekli avaz avaz. Gel de anlat kuğu olmadığını. Neyse ki hayvanlar bizim gibi değil, yalnız kazı kabul etmişler aralarına, hala her gittiğimde görürüm. Yaz gelince gölün etrafı koca bir plaja dönüşür. Çocuklar ve ördekler bata çıka gölün tadını çıkarır.

Minik bir tarihi şehri var Vevey’nin, bir de göl boyunca uzanan yaya bölgesi. Yazın patenlerini, roller blade’lerini alan herkes orada, gölün kenarına yazın masalar atan bar Charlie’s de duraklayıp birer aperatif sonra yine yola devam. Herkesi tanırsın zaten. Marketteki kasiyerle ismen selamlaşır, patenlerin üzerinde duramayıp büyük patronla çarpışırsın. Çarpışan egolar olmayınca hayat daha da güzeldir. Havalar güzel olunca herkes sokaklarda dedim ama dikkatli olacaksın, saat 22‘den sonra gürültü yapmak yasaktır, İsviçreliler çalışkandır, erken yatarlar, erken kalkarlar. Bir de pazar günleri aman ha çim biçmeyeceksin, pazar günleri dinlenme günüdür. Yaşlı, zarif bir hanım vardır, her daim güzel giyimli, aklı hafif gidik, 90‘ı geçeli birkaç yıl olmuş, her görüşünde “siz Portekizli miydiniz” diye sorar, her defasında kırmadan tekrar cevap verirsin. 

Etrafını çevreleyen dağlar dünyayla bağlantını koparmış gibidir. Dünya dursa senin haberin olmaz yaşamaya devam edersin. Her evin nükleer sığınak yapma zorunluluğu vardır, inanırım (tahtaya vur) nükleer savaş çıksa İsviçre’ye birşey olmaz, herkes hazırlıklıdır. Zaten akşam haberlerinde de mühim birşey yoktur, en güzel inek yarışmasını kimin kazandığını seyredersin. O besili güzel ineklerin bol yağlı sütleriyle yapılan çikolataların tadını ne sen sor ne ben söyliyeyim. Seçimlerin konuları ayrı alem, okullarda müzik dersleri artırılsın mı? Yıllık tatiller 6 haftaya çıkarılsın mı (ki buna hayır cevabı çıktı)? Kitap fiyatları ülke genelinde sabitlensin mi? gibi sorular, her gün ayrı dram yaşamaya alışık sana bana tuhaf gelir. Büyük kaygılar, büyük sorular, büyük tartışmalar yoktur. 


İnsanın ömrünü uzatan ülke demiştim değil mi? İnsanlar 100 yaşını orada görmesin de nerede görsün?
   

18.10.12

Mutfak Hayalleri(m) ve Ayakkabılar(ım)

nebati margarin

Paris’teki son yılımıza girdik dedim ya, tabii 4 sene oturdum, oturdum, oturdum, yapmadığım herşeyi son yıla sığdırmak için kuyruğum yanmış gibi koşmaya başladım.

Bir türlü yapamadığım şeylerden biri yemek kursuydu. Fransız mutfağı pek anlı şanlı malum. Buradan sonra taşınacağımız yerde sormazlar mı hangi Fransız yemeklerini yapmayı bilirsiniz diye. Sorarlar. Bari 1 tane fiks yemeğim olsun, gelene gidene onu yuttururum dedim, tuttum Cordon Bleu’nün yolunu.

Şimdi burada aç parantez. Evet tembelim, onun için 4 yıldır yemek kursu arayıp bulmadım ama asıl neden şu ki; ben soğan doğramaktan korkuyorum. O küp küp doğranmış soğanların arasına parmaklarım da karışacak diye ödüm kopuyor. Hiç gülmeyin ben ev ekonomisi dersinden 0 (yazıyla sıfır) almıştım. Ellerime güvenip yapacağım bir işim olsaydı çoktan malulen emekli olmuştum. Düğme dikerken bile yaralanabilirim ben. Bir de soğan soğan olalı böyle ağlama görmemiştir. Ne biçim gözse artık sanki soğanı değil de kendimi kesiyormuşum gibi ağla ağla içim çıkıyor. O gözler sonra 3 gün şiş. Bizim ünlü bir şef arkadaşımız var. Bize kalmaya geldiler her akşam soğan doğrattım adama. Başkası kaz ciğerli ravioli falan yaptırır oysa ki. Neyse “D” evin kapısından soğan girmeyen bir evde büyümüş, soğan dedin mi ailecek vampirmiş gibi odalara kaçıp saklanıyorlar. Ben de o bahaneyle soğanlı yemek yapmıyorum. Ama kalkmışım gitmişim yemek okuluna illa elime soğan verip bunu doğra diyecekler. Onun için biraz tırsa tırsa gittim. Hayalimdeki yemek kursunda böyle herkesin önlükleri, çalışma alanları, pırıl pırıl parlayan yepyeni bıçakları var, şef anlatıyor biz pişiriyoruz falan. Parmaklarımı kesersem diye yanıma sargı bezi, kolonya, yara bandı vs de aldım gittim.Kapa parantez.

Yemek kursu tabii Julia Childs filminin gazıyla gelmiş Amerikalı kadın dolu. Zaten Cordon Bleu de filmden iyi ekmek yemiş belli ki girişte yemek kitaplarının en üstünde Julia Childs yemek kitabı var. Ben Fransız şef olsam çok bozulurum. Neyse ki değilim onun için bana ne. 

Sınıfa girince bir göreyim ki parlayan bıçak, şef önlüğü, herkesin çalışma alanı falan yok. Bildiğin dersane sınıfı. Yan yana ve arka arkaya dizilmiş sağ tarafında yazı yazma tabletli sandalyeler. Odanın en ucunda bir mutfak, bütün Amerikalılar ön sıraları kapmış, kaldık mı arkada. Boyum zaten kısa birşey göremiyorum, o tabletlerin üzerinde yazı yazmak çok rahatsız ve karnım acıktı. Beni sınıf tutar. Ya uykum gelir, ya karnım acıkır ya da kafam dağılır gider. İlkokuldan beri bu böyle. İlkokulda kalemlerime buzpateni yaptırırdım mesela. Hayalgücüm geniştir. Yine de ilk 15 dakika konsantre olmayı başardım. Sonra beklenen oldu. Kendimi zorluyorum aklını ver, bak koca insansın hayal kurma, dinle şu dersi diye ama elimde değil. Türkiye eğitim sisteminin suçu olabilir bu, ders dinlemeyi beceremiyorum. Bana orada yemek değil piramitlerin tüm sırlarını anlatsalar sınıf ortamı olduğu için psikolojik, kafa kayıyor başka şeylere, elimde değil. 

Şef diyor “Sebzelerinizi küçük küçük doğrayın”. Benim iç ses başlıyor konuşmaya: Küçük deyince aklıma geldi şimdi bak, sabah gördüğüm o ayakkabıyı almalıydım, yarım numara küçüktü evet ama esnerdi o, niye almadım, hem indirimde düşürdüğüm kırmızı etekle de çok iyi giderdi, kırmızı eteğin üstüne bir de siyah bir üst bulmam lazım, bu siyah üstü bulmak da kayıp kıta atlantisi bulmaktan daha zor, tanıdığım bütün kadınlar siyah üst arar niye kimse yapmaz ki? Ben modacı olsam sadece siyah üst yapardım, bir de beyaz t-shirt bir de çeşit çeşit ayakkabı. Ama sonra o ayakkabıları satmaya kıyamaz hepsini ben giyerdim. Sanırım ben modacı olsam batardım. Acaba yarın alışverişe mi çıksam, evet evet hatta gidip o ayakkabının 2 ayrı rengini alayım. Bunlar hep yatırım, sonuçta ayakkabı hep lazım, etek almasan olur, pantalon almasan olur başka şey giyersin ama ayakkabı yerine ne giyeceksin, hep lazım, evet evet bir nevi yatırım bu, kırmızı etekle olmasa jeanlerle giyerim, ne ayakkabısı oğlum kendine gel dinlemen lazım adam anlatıyor kafanı ver. 

“...bal ve sirke redüksiyonunu zaten hazırlamıştık....”

acaba saçıma bal rengi balyaj attırsam mı? Ama onu attırmak için İstanbul’a gitmek lazım burada beceremezler, İstanbul’a da kıştan önce gidemem. O zaman saçlarımı mı kestirsem, evet evet yarın gidip uçlarından aldırayım saçlarımın, sonra da ayakkabıları almaya giderim. Bak yine ayakkabı diyorum ya, derse odaklanmam lazım dur kafamı karıştırma 

“...önce sosu sürüp sonra somonları yeşil marul yapraklarına sarıyoruz...”

yeşil dedi de aradığım yeşil küpeleri de bir türlü bulamadım, 3 çift yeşil küpe aldım hala istediğim gibi tam yeşil değil, boncuklarını bulsam kendim yapabilir miyim acaba, salak mısın tabii ki yapamam küpe yapayım derken parmaklarımı birbirine dikerim ben. Karnım da acıktı, pişirdikleri yemekleri verseler de yesek bari sonunda. Dükkanlar kaça kadar açık acaba, olmadı hızlı hızlı yer eve gitmeden önce gider ayakkabılarımı alırım. Benim ayakkabılarım onlar. Yarına kadar başkası alırsa mahvolurum. Kaç dakika pişirdi şimdi bu adam somonu?

Derken ders bitti! Sorusu olan var mı dediler, şey tekrar baştan bir anlatsak diyemedim.

Pişirdikleri yemekleri vermesine verdiler, ama onlarla da serçe olsam doymazdım, bu arada anlattıklarının da yarısını kaçırdığım için elimdeki notlardan da adam olmaz. Artık açıp bir yemek kitabını bunu öğrendim diye yutturacağız yapacak birşey yok, ama soğansız tarif bulmalı ne olur ne olmaz.Zaten dükkanlar da saat 19'da kapanıyormuş. Ama ayakkabılarım ve ben çok mutluyuz.

15.10.12

Sonbaharda Paris


Sonbaharda Paris, sararır, güzelleşir, yumuşar, kendine gelir.

turist kalabalıkları ülkelerine döner, onlardan boşalan yolları tatilden dönen, dinlenmiş, yanık tenli, şık parizyenler doldurur.

herkes kitaplarını alır, kış boyunca uzun uzun kaybolacak güneşin son günlerinin tadını çıkarmak için öğleden sonralarını Jardin du Luxembourg’a, Tuilleries’ye ve diğer her daim çiçekli parklara ayırır.

arabalar, vespalar, “velibler” (bisikletler) caddelere döner, korna sesleri, arada karşılıklı yükselen sinirli ama bağırırken bile birbirine “siz” diye hitap eden sesler duyulur.

okullar açılır, büyükannelerinin “province”deki geniş evlerinden, bahçelerinden küçücük Paris apartmanlarına döner çocuklar, babalarının ellerinden tutup sırtlarında koca çantalarıyla sabahları uykulu gözlerle okullarına gider, öğleden sonraları ise yanlarında Afrikalı bakıcılarıyla parklarda oynarlar.

tüm ağustos kapalı olan kafeler, pastaneler tekrar açılır, işe geri dönmenin huysuzluğuyla patronlar homurdanırken herkesi kıskandıracak eforsuz incecik kadınlar bir ellerinde sürekli tüten sigaraları, diğer ellerinde bol köpüklü sütlü kahveleri ile teraslara yan yana dizilir.

kasım ayı yaklaştıkça grev mevsimi yaklaşıyor demektir, yaz tatili boyunca hükümetten şikayet etmek de tatile girmiştir ama sonbaharda huzursuzlanmaya başlar çalışanlar, ve işe gitmek için -mutlaka greve girecek olan- metroları kullananlar.

restoranların hafif yaz mönüleri, av mönüleriyle yer değiştirir, kasap vitrinlerinden boylu boyunca uzanan tavşanlar üzgün gözleriyle gelip geçenleri süzer.

Aligre pazarının kapalı duran pazar tezgahları açılır, pazarcılar da tatilden dönmüştür, kırmızılar yerini turunculara, çilekler yerlerini balkabaklarına bırakır.

mantar mevsimi gelmiştir. Daha önce hiç görmediğiniz çeşit çeşit mantarlar arasından denemelik hepsinden biraz alırsınız, pazarcınız nasıl yapacağınızı da tarif eder, her mantarın yenişi ayrıdır.

bütün yaz birbirini görmeyen Faslı tezgah sahibi ile yıllardır müşterisi olan arkadaki huzur evinin sakini yaşlı parizyen madam sarılır, kucaklaşır, “sizi çok iyi gördüm Madam”, “aileniz nasıl Mösyö?”.

incecik yazlık elbiseler dolabın en ucuna atılır, trençkotlar çıkar, bir de yağmur botları...

uzun yaz akşamlarının keyifli arta kalanlarını, Seine kenraındaki pikniklerden geri kalan boş şarap şişelerini toplayan çöpçüler bu defa sarı yaprakları toplamaya başlarlar.

yazın gece 11’e kadar uzun uzun aydınlık kalan şehir hergün biraz daha erken karanlığa bırakır kendini.

opera-tiyatro sezonu açılır, sanatsever parizyenler tiyatroların önünde kuyruk olmaya başlar. Sezonun mutlaka görünmesi gereken baleleri, oyunları vardır. Erkenden bilet almak gerekir.

kuaför salonları dolar, bakımlı hoş kadınlar ve erkekler yan yana saçlarını yaptırır.

şarap bardaklarının içini taze ferahlatıcı beyaz şaraplar yerine sıcakkanlı kırmızı şaraplar doldurur.

evinizin karşısındaki parkta ağaçlar yapraklarını dökmeye başlar, yapraklardan perde kalkınca yine komşunuzun evini görmeye başlarsınız, ne gün işten geç dönmüştür, ne gün misafiri vardır bilirsiniz.

müzisyen alt komşunuz uzun tatilinden dönünce her akşamüstü 6’da piyanosundan yükselen güzelim müziği dinlemek için radyonuzun sesini kısarsınız, merdivenlerde rastlayınca “rahatsız etmeye başlayacağım sizi yine” der “rahatsızlık mı? asla! lütfen hep çalın, daha yüksek sesle çalın” dersiniz.

Portekizli apartman görevliniz Portekiz’den dönmüştür, eviniz artık daha güvendedir, bina her sabah yine mis gibi çiçek kokacaktır, postalarınız kaybolmayacaktır.

taş, eski binanız soğumuştur, kaloriferleriniz hemen yanmayacaktır, battaniyenizi salona geri taşırsınız, ah bir de şöminenizi yakabilseniz ne güzel olacaktır, onun yerine elektrikli ısıtıcıyla idare edeceksiniz.

Şömine demişken baca temizliği üçkağıdıyla evlere girmeye çalışan dolandırıcılar da işbaşı yapacaktır, kapıyı “kim o” demeden açmama mevsimi başlamıştır.

Paris her mevsim güzeldir ama sonbahar geldi mi daha da güzeldir. Paris’e en yakışan mevsim sonbahar, sonbaharı en güzel taşıyan şehir de ışıklar şehridir.

8.10.12

Mona Lisa, Louvre, Eiffel ve Ben

ne anladım ben bu uzaklıktaki tablodan

Afrika’da yaşarken tüm arkadaşlarıma yalvardım, ağladım, hepsini tek tek tehdit ettim, tutmayacağım sözler verdim, duygu sömürüsü yaptım...Yine de kimseyi ikna edemedim. Bir tanesi bile ziyaretime gelmedi. Rakamla yazıyorum 0!

Paris’e taşındık. Ne oldu? Hepsi birden geldi. Artizlik yapacak değilim, arkadaşlarım kıymetlidir, evim de evleridir. Ama yani bir taneniz bile mi Afrika’yla ilgilenmezsiniz? Pes yani pes. Bundan sonraki tayinde ödeşiciiz.

Ziyaretçi trafiği çok olunca ne oluyor? Sırasıyla Eiffel kulesi, Louvre müzesi, Versailles sarayı... İddia ediyorum Da Vinci Mona Lisa’nın suratına benim kadar bakmamıştır, 16.Louis de Versailles’da benim kadar vakit geçirmemiştir. Kapıdaki güvenlikçilerle tanışıyoruz artık. Bana özel “frequent visitor” indirimli bilet uygulaması başlatabilirler, yakındır.

Bir yere 4 yıl boyunca haftada 1 kere gidince, o gittiğin yer Versailles olsa kaç yazar. Bir kere görünce vay ihtişama bak, 2.’ye gidince aaa bak ben bunu kaçırmışım, 3.’de doğruya doğru fena yapmamış adamlar, 4728. gidişte üffff hep altın varak hep kristal kapı kolu nereye kadar?

Louvre’da hızlandırılmış turistik gezi parkuru var, A4 kağıtları yapıştırmışlar duvara takip ede ede geliyorsun Mona Lisa, herkesin flaşları aynı anda patladığı için, ve de önündeki kordonu artı meraklı kalabalığı aşamadığın için oradaki resim Mona Lisa da olabilir, annemin yardımcısı Kezban’ın vesikalıktan büyütülmüş resmi de olabilir. Seçemiyorsun. Nerede kalmış dudağın biri aşağıda öbürü yukarıda mı değil mi diye görmek. Sonra yine okları takip ediyorsun Milo’nun Venüsü (bunu kim yapmış diye soran arkadaşım oldu benim). Bu arada sanatla, tarihle alakası olmayıp tamamen Da Vinci Şifresi’nin izini sürmek için gelmiş kalabalıklara takılıyorsun. Ben bunları TV’de dizi seyrederken “gitme oraya gitme. bak yine gitti hiç beni duyuyo mu! Allahın cezası” diye karakterlerle kavga eden yaşlı teyzelere benzetiyorum. Kitap o kitap, gerçek değil. 

Her eserin önünde dura dura gitsen 3 ayda bitecek olan koca Louvre’u 45 dakikada bitirip Eiffel’e gidiyoruz. Eiffel dediğin şeyin ayakta kalmasını yapan adam bile beklemiyormuş. Eninde sonunda demirden bir radyo frekans kulesi, nedir yani bu “ay ne romantik” histerisi bir anlasam. Bir kere senden benden başka 2,350,784 kişi daha var aynı anda kulenin tepesinde. Ağlayan çocuklar, dondurma yiyen turistler, adamlar herkesten 10 euro alsa ne para kırıyodur oğlum diye hesap yapanlar, hediyelik eşya dükkanında histeri krizi yaşayanlar, tutmasaydım düşüyodun eki eki eki diye eşek şakası yapanlar, bin türlü insan var işte, net söylüyorum bana Eiffel’in tepesinde romantizm yapmaya kalkan bir adamı ben oracıkta terkederdim. 

Paris süper romantik şehir evet doğruya doğru ama yani romantik yeri Eiffel değil. Valla bak gelin beni dinleyin. Yeter ayol demirden kuleye tırman tırman ömrümü yedi. Gitmeyin arkadaşım, oturun evde ben size çay demlerim.