28.12.11

Komsular ve Kitap Kulübü

D İstanbul'a yeni taşındığında birgün karşı komşusu kapıyı çalıp aşure ikram etmiş. Karşı komşu yabancı dil konuşmuyor. D'nin türkçe de bugün bile "busuk"(bozuk demek istiyor) o gün busuk bile değil hiç yok. Nasıl anlaştılar bilmiyorum ama D'ye çok dokunan bir anıdır, durur durur yaşlı amcalar gibi bunu anlatır. (böyle İstanbul'da gördüğü yardımseverlikle ilgili birkaç hikayesi var, para almayan taksicilerle, sinema kafesinde yardım eden yabancılarla, minibüsle çarpıştığında tam işe gidiş saati olmasına rağmen arabasından inip çevirmenlik yapan bir işadamıyla ilgili)

Bu komşuluk anısın üzerine kendi ülkesi İsviçre'ye dönmek zor geldi. İsviçre'de komşular arası ilişkilerin avukatlar aracılığıyla yürütülmesi sıkça görülen/tuhaf olmayan birşeydir.Fakat İstanbul'da dairemizi satın alınca aynı anda 10 yıl süresince Türkiye'de komşuluğun nasıl değiştiğini de gördük. Kapılara avukatlar gelse iyi artık İstanbul'da komşular birbirine aşure değil kabadayı gönderiyordu apartman sorunlarını çözmek için.

Neyse böyle ülke, ev ve komşu değiştire değiştire Gana'ya geldik. Gana'da güvenlikçilerin insanları  içeri alma kriterlerini asla anlayamadığımız bir sitede oturduk. Aynı misafir içeri girerken soru sormuyorlar siteden çıkarken sorguya çekip evsahibini aramadan çıkarmıyorlar mesela. Veya saç sakal birbirine karışmış kılıksız bütün arkadaşlarımıza kapıyı ışık hızıyla açıyorlar, efendi gibi giyinmiş çoluk çocuk gelenleri telefon açmadan bırakmadıkları gibi bir de evin kapısına getirip teslim ediyorlar.
Site yeni kurulduğu için herkes aynı anda taşınmıştı. Bizim sitede herkes Amerikalıydı bir tek biz anglafon değildik. Bir de herkes bilmemne profesörü, falanca uluslararası kuruluşun afrika başkanı, bir tek biz averaj zekalı ve normal işler yapan (ki benim normal işim bile yok biliyorsunuz)

Amerikalılar sosyalleşmeye bayılıyorlar. Potlock dinnerlar olsun, havuzbaşı partileri olsun, kitap kulüpleri olsun... Hemen bir kitap kulübü kuruldu sitede. Her ay 1 kişi 1 kitap seçiyor, egzotik ülkelerden gelenler (bu biz oluyoruz) kendi ülkelerinin yazarlarının ingilizceye çevrilmiş bir kitabını seçmeli (hiç sevmem ama mecburen elif şafak kitap satışlarına katkı!!!), seçilen kitabı herkes okuyor, sonra her ayın ilk çarşamba akşamı birinin evinde toplanılıp kitap tartışılıyor, yemek yeniyor. Amerikalılar bu işi ciddiye alıyor. Benim de lanet olası bir sorumluluk duygum var bana ödev ver kenara çekil ya ödev boterim ya ben biterim ama aramizdaki mücadele bitmeden o masadan kalkmam. Tabii kendimi kaptırıp kitabı okuyorum, üzerine benzer konulu bir kitap daha okuyorum, karşılaştırmalı notlar tutuyorum, altlarını çiziyorum, o notları temize çekiyorum vs vs böyle manyak gibi birşeyim.

D'de terbiyesiz bir insan biraz. Hiçbir kitabı okumuyor vay efendim çok işim vardı yok efendim seyahatteydim vır vır vır. Bir de üstüne "siz tartışın ben yemeğe geldim diyor" hatta "kitap kulüpleri bilmemkimin evinde olunca çok şahane oluyor onun yemeklerine bayılıyorum"falan diyor. Gelme kardeşim adı üstünde kitap kulübü bu, yemek kulübü mü? Ayrıca yemek kulübü de olsa sen yine yemekleri bana yaptırırsın işim var da meşgulüm de diye sonra da gelir yersin. Bak yazarken yazarken kızdım.

Neyse şu an Paris'te elimde tuğla gibi bir kitapla oturuyorum, bunu okuyup bitirip notlar çıkarıp mail yoluyla, eski komşularımızın Amerika'da devam ettikleri kitap kulübüne katılacağım çok işim var. Niye derseniz, dedim ya manyak gibi birşeyim. Taşınmışsın bitmiş çıksana kitap kulübünden. Ah hep şu lanet olası sorumluluk duygum.

Bütün bunları şunun için yazıyorum, kitap kulübü denen şey bataklık gibi tuzak gibi birşey, bir girdin mi bir daha çıkamıyorsun aman diyim ben size, ben ettim siz etmeyin aman.

19.12.11

Noel Yemeği Sorunsalı

fotoyu çok sevdigimiz fotografci bir arkadasimiz (Fixu) cekti photogiant.ch nefis fotolari vardir
Yılın bu zamanı geldi yine blog okuru dostum. İnsanların kendinden geçercesine mağazadan mağazaya koşup birbirlerinin ellerinden hediye kaptığı, posta kutumuzu höredek markasının zöderek ürünü sadece noel için şu fiyata reklamlarının doldurduğu, çocukların zincirlerinden boşalarak sokaklarda/mağazalarda/metroda kudurduğu, çikolata yemenin normal olmayı geç şart olduğu, kulaklarınızdan bile çikolatanın fışkırdığı, dükkanların istisnai olarak pazar günü açık olduğu, alışveriş histerisiyle kendinden geçmiş insanlardan kaldırımlarda yürünmediği, sevimli sevimsiz herkesin kırmızı noel baba takkesi ile dolaştığı noel zamanı. (Yeri gelmisken birsey rica edebilir miyim? Market arabalarını çocuklara ittirmeyin ne olur. Ciddi söylüyorum bakın hiç efektif bir formül olmadıgı gibi market içi yaralanmalara ve geçici duyma kaybına falan yol açabiliyor)

Noel yemeği konusu bir nevi "hot potato". Bu sene benim elimde kaldı o patates. Ailenin noel kutlayan tarafının hristiyan olmayan tek üyesi olarak nasıl oldu da bu organizasyon kafamda patladı hatırlamıyorum. Sarhoşken üstüme kalmış olabilir. Alkol her türlü kötülügün anasıdır zaten. Neticeye bakarsak bu cuma İsviçre'den misafirlerimiz geliyor. 24 ve 25 aralık akşamları noel yemeği ellerimden öper.
foto kalitesinden de belli olacagi üzere
bunu da ben cektim. tek boyutlu agacimiz
Tanıyan tanır, rahatsız bir kişilik olduğumdan dolayı sürekli her konuda excel sheetlerim ve to do listlerim vardır. Noel konusunu da aynı iş bilinci ve sorumluluk duygusuyla ele aldım. Arada mantar olan projeler olmadı değil. Örneğin ağacımız süslerimize büyük kaçtı. Ama neyse ki her derdin bir çözümü vardır A.Ş. kültüründen geldiğimiz için alimallah ağacı tek taraflı süsledik oldu bitti. Ağacın bize bakan tarafı şıkır şıkır, yoldan görünen cama dayalı kısmı ise ev bitkisi kılığına girmiş çam ağacı. Tek boyutlu noel ağacı. Engeller beni yıldıramaz.

Şimdi her sene noelde her ailede mutlaka "ay artık seneye hediye almayalım çok gereksiz" anlaşması yapılır. Her sene bir sevimsiz bu anlaşmayı bozar ve diğerlerini sinir eder. O sevimsiz genelde aileye yeni girmiş damat, gelin, kayınço gibi biridir. Bir zamanlar o sevimsiz bendim. Kendimden biliyorum. Benim yüzümden hepimizi bir güvensizlik aldı. Kimse kimseye hediye almayacağı konusunda güvenmiyor. İşin kötüsü ben de onlara güvenmiyorum. Onun için hediye almam lazım nolur nolmaz.
Sorunlardan sorun begen to do list madde 1: hediye
bu da agacimizin arkasi
Sorunlardan sorun begen to do list madde 2: Noel gecesi eğlencesi. Her yıl tombala her yıl tombala içimiz şişti kendimiz o toparlak numara kapatıcılara benzedik artık. Sessiz sinema falan da bizim noel grubuyla biraz zor. Çünkü İngilizce konuşan Fransızca konuşmuyor, Fransızca konuşan Almanca konuşmuyor, Almanca konuşan İsviçre Almancası konuşmuyor, hepsini konuşanın da kulağı duymuyor. Şarkı söylesek kimse şarkı sözlerini bilmiyor ve herkesin sesi çok kötü. Noelin büyük aileye kutlandığı zamanlarda (sadece 1 kere oldu bu sonra herkes birbirinden nefret etti ve küçük aile kutlamasına geri dönüldü) piyano çalıp noel şarkıları söylemeyı önermişti fazla iyi niyetli büyük teyze. Çok travmatik bir tecrübeydi. Kulaklarımızı aldırıp duyma yetimizden kurtulmayı bile düsündük sonrasında. Bunu da geçiyoruz. En iyisi herkesi sarhoş edip dans yarışması düzenlemek. İçki stoğu önemli bir detay.

Ama gelelim en önemli ve de zor detaya, ne yesek? Bizim pamukbaba kolay; derdi günü tatlı, önüne başlangıç olarak bir dilim kek, ana yemek bir dilim kek, tatlı bir dilim kek koy üstüne de dök sekeri dök kremayı mutlu mutlu yaşar. Fakat D'nin annesi sadece balık yer, zaten incecik formuna dikkat eder, önünde yemek yerken hepimiz kendimizden utanırız, ona göre yemek yaparsam herkes aç kalır.Fekat herkes de bilir ki basarılı bir aile toplantısı kayınvalideyi mutlu etmekten geçer. Claudio (kaynım mı olur eniştem mi öyle birşey) balık yemez et yer, görümcem çok kibardır hiç sesini çıkarmaz, ama D vır vır karışır çok yaptın az yaptın tuz koymadın yok sos bırbır diye. Bu arada kimse sarmısak yemez, gençler dışındakiler egzotik mutfak sevmez (ve evet Türk mutfağı egzotik kapsamına girer) Bu kadar insanı mutlu edecek yemeği bulunuz. Bulursanız da gelip konuya bir el atınız.

İşte böyle blog okuru dostum, size mutlu noeller bana mutfagın yolları...

12.12.11

Futboldan Anlamam ama bu hakkinda yazmayacagim demek degildir

görsel davidajao.com
Evin önünden ne zaman korna çala çala arabalar geçse biliyoruz ki gündüzse bir Türk düğünü vardır, akşamsa da Cezayir bir maç kazanmıştır. Bu aralar twitter'da hep futbol konuşuluyor da oradan aklıma geldi. Bizim futbolla ilgimiz zuzaylıdan hallice. Ben yine de D'den daha bilgiliyim. Mecburen çünkü çocukluğumun pazar günleri arabada anneannemle dedeme giderken babamın radyodan dinlediği maçlarla geçti, bir de evde maç seyrediyorsa TV'nin önünden eğilerek geçerdik.

D kaç kişi oynuyor, kaç dakika sürüyor diyecek kadar (b)ilgisiz. Fakat ne zaman Türkiye'de birine İsviçreli olduğunu söylese "hohohaooo Neuchatel'e (Nöşatel) 5 bastık hohohohaaa" tepkisiyle karşılaşır.  Bundan 20 yıl önce oynanan bir maçın sonucu futboldan hiç anlamayan birisi için anlamsız bir detay haliyle.  Bir de yani bu tepki hiç mi şaşmaz kardeşim neden böğürmek zorundayız biri bunu bana açıklasa keşke. Yani bu mantıkla Viyana'ya falan da seyahat ederken hahahoooohooo nasıl kuşattık ama diye halay çekmemiz lazım gümrük kontrolünde. Neyse bizim milli maçlar ve erovizyon saplantımızı zamanla D de öğrendi tabii, onun için artık Nöşatel'e 5 bastık höööheeeehöö böğürmesine eskisi gibi ürkerek tepki vermiyor. İlk zamanlarda ne olduğunu anlamadığı için konsolosluğa sığınası geliyordu. İsviçreliler (nedense)! böyle gürültülü tepkilere bizim gibi alışık değil, şaka olsun diye birbirinin üzerine araba sürenleri göre göre yaşayıp gitmedikleri için böyle böğürmeli tepkilerde savaş falan çıktı sanabiliyorlar.

Bizim futbol muhabbetimiz kazara bir Türkiye-İsviçre milli maçı falan varsa ve de o maç bir expat grup ile seyredilecekse bizden beklenildiği üzere birer bayrak edinip yalandan iddialaşmak üstüne kurulu kısır bir muhabbet. Expatliğin olmazsa olmazı uluslararası spor karşılaşmalarında toplanıp yiyip içmek ülke tutmak zira.

Fekat futbol Afrika'da kolay kolay görmezden gelebileceğimiz bir konu değildi. Gelişmemiş toplumların afyonu olarak futbol Afrika'nın her ülkesindeki eve radyoyla, TV'yle girmese futbolcuların anneleri ve spor arabalarıyla çekilmiş resimlerinin olduğu takvimlerle giriyor.
Ülkenin yarısının akşama yiyecek ekmeği yok ama İngiltere'de top oynayıp parayı götüren adamın massaratisiyle poz verdiği takvimi para verip, alıp, evine asıp gurur duyuyor. Hadi arabayı bir parça anladık diyelim Amerikan klip kültürü, başarının sembolü olarak bling bling falan falan ama resimde anneleri niye var? Analar ne evlatlar doğuruyor temalı bir çalışma olsa gerek. Allah beni nasıl biliyorsa öyle yapsın o takvimi alıp saklamadığım için.

Gana'dayken 2008 Afrika futbol şampiyonasına denk geldik. Üstelik şampiyonaya Gana evsahipliği yaptı. Tüm yıl futboldan başka şey konuşmadık. Vida bile her maçtan sonra gelip futbolcuların performansını değerlendiriyordu. Heryerde Gana bayrakları satılıyordu. Daha önce bahsettiğim yaratıcı sokak satıcıları sky is the limit mottosunu benimseyerek kendinden geçmiş ve coşmuştu. Gana bayraklı tuvalet kağıtları bile satılıyordu ki bu aslında rakip ülkelerin komplosu olabilir kanımca. Afrika'nın 4 bir yanından seyirci gelmişti ve insanlar sokaklarda uyuyordu. Bir dedikoduya göre Nijaryalı petrol zenginleri 2 haftalık ev kiralamak için 50 bin dolara kadar ödüyordu. Ben öyle bir Nijeryalı bulup bizim evi kiralamayı çok istedim şimdi doğruya doğru. D razı gelmedi evimizi hor kullanırlar diye. 2 haftada 50 bin dolar diyoruz yemişim evimizi, yenisini alırız.

Bu fotbol mania döneminde nasıl olduğunu bilmiyorum ama bizim şoför İsaac'e futbolla çok ilgili olduğum imajını vermiş olmalıyım, hala her Gana maçında beni sms lerle dakika dakika bilgilendirir.

Bu şampiyona sırasında bir Gana-Nijerya maçı yapıldı ki evlere şenlik! Daha önce söylemiştim batı Afrika'da voodoo ve witchcraft hala vardır ve de yaygındır. Hatta modern zaman savaşlarında savaşçıların juju man'lerin yaptığı iksirden içerlerse görünmez ve yenilmez olacaklarına inandıkları için mermilerin önüne koşarak atıldıkları bilinir. İşte futbolda da herşey mübah, büyü hayli hayli mübah. Karşılıklı tribünlerde Ganalı ve Nijeryalı büyücüler durmadan büyü yapıp duruyorlardı. Sahada futbolcular koşuyor tribünlerde büyücüler karşılıklı çeşitli irilikte hayvan kesip doğruyor, tüyler falan havalarda uçuşuyor, kalabalık kendinden geçmiş toplu trans, ortalık kan gölü. Maçın sonucunu valla hatırlamıyorum ama o futbolculara üstün konsantrasyon ödülü verilmeliydi. Bir de mantıken 2 büyü birbirini götürür sanki ama büyücülerden iyi bilecek halim yok tabii adamların işi sonuçta.

Futbol sevmem, tartisilan ortamdan da kaçarak uzaklasirim falan ama sırf sosyal nedenlerle izleyenleri izlemeyi severim. Olur da ahir ömrünüzde denk gelirseniz bir Afrika kupasını kaçırmayın daha renkli birşey göremezsiniz.

6.12.11

Abu Dhabi Doooo


D dedi ki topla bavulu gidiyoruz. Sadece hava durumunu yazmış bir kağıda ona göre bavul yapayım diye. Çünkü biliyor ki yanlış kıyafetlerle gidersem büyük olay çıkarırım. Elimdeki ipuçları havanın 25 derece olduğu, uçakla gideceğimiz, ikimizin de daha önce gitmemiş olduğumuz. İnsanın aklına şahane yerler geliyor ama boşa heyecanlanırım sonra Taklamakan çölü falan gibi biryerler çıkar diye de heyecanlanamıyor. Bir de kafamı karıştırmak için masanın üstüne çıkarmış aşı karnesini. Tamam dedim bu defa Gambiya'ya gidiyoruz, o da olmadı Haiti'ye insani yardıma gidiyoruz olur mu olur. Koydum bütün minik elbiseleri bavula, son geceyi zor uyuyarak geçirdim, gözümün önünde dünya haritasını döndüre döndüre.
Ertesi sabah geldik havaalanına, check in görevlisi cırt diye yumurtlayıverdi bavullarınız Abu Dhabi'ye kadar gidiyor diye. I love check-in görevlileri. Abu Dhabi'ye gidiyormuşuz yaşasın, bir taşla iki kuş, alışverişin de dibine vururum. Yalnız içime de şüphe düşmedi değil, bavul minicik yazlık elbiselerle dolu, ya uygun kaçmazsa kılıklarım? Sex and the city'nin kızları bile filmde yerlere kadar elbiseler giyiyorlardı ya o bakımdan.
Kış ortasında yazlık yere gidip de havaalanında ceketlerden kurtulma gibisi yok. Hava harika. Tatlı tatlı esiyor denizden doğru. Ilk görüste I love Abu Dhabi ve tabii ki I love D
Otelde servis ne zamandir hasret kaldigim gibi, yani aslinda servis normalde olmasi gerektigi gibi ama Fransızların pek arkadaş canlısı(!) servisinden sonra insanin beklentileri düsük olmaya basliyor bir süre sonra. Lobby beyaz entarili adamlar ve abayalı kadınlarla dolu. Bir süre şaşkın şaşkın bakmaktan ağzımızı yüzümüzü toplayamıyoruz. Kadınların sadece gözleri meydanda ama hepsinde hermes çantalar,  parlak rolex saatler, adamlar da fendi terlik, kol düğmeleri, arkalarında buram buram parfüm bırakarak porche cayenne'lerden iniyorlar. İnsan 5 gün hiçbirsey yapmadan sadece lobby'de otursa canı sıkılmaz.
Şimdi 4 gün kaldığım yeri çözmüşüm gibi artiz artiz analizler falan yapmayacağım tabii ki burada size. Ama sanki bana kurallar var, bir de kurallar var, bir de kurallar var gibi geldi. Şöyle ki adamlar 3 adım gerilerindeki karılarıyla lüks otellerin havuza, plaja bakan restoranlarına geliyorlar. Karıları peçelerinin altından yemek yemeye çalışırken aynı adamlar şişe şişe şaraplar, viskiler açtırıyorlar ve güneşlenen batılı kadınları kesiyorlar. Yani kurallar var ama adamından adamına ya da kadınına ayrı kurallar sanki. Yalnız o her lokmada peçeyi kaldırıp da yemek yemek nasıl bir gayret ve eziyettir. Bir de çorba içerken nasıl yapıyorlar merak etmedim değil zamanla pratikle insan ustalaşıyordur herhalde.
Bizi artık biliyorsunuz zamanlama konusunda şuursuzluğumuz almış başını gitmiş, tabii ki yine özümüze ihanet etmedik. Örneğin gelmişken geleneksel çarşi (souk) gezelim dedik tabii ki elimizi kolumuzu sallaya sallaya gezmeye cuma günü gittik. Haliyle cuma günü heryer kapalıydı! (biz böyle bir kere de pazar günü vatikan gezmeye gitmiş ve heyecanlı yaşlı italyan ve portekiz teyzelerin arasında ezilme tehlikesi geçirmiştik) Zamanlamamız harikadır. Çarşının kapalı olması bir yana bir de yine zamanlama harikası olarak cuma namazı çıkışının ortasına düştük, şehrin en kalabalık camisinin çıkışına... Bir anda sakallı 1000 kadar adamın ortasında bulduk kendimizi ve evet tabii ki sokaktaki tek karşı cins bendim. D'yle aramızda 20 cm bırakmaya ama çok da uzak düşmemeye gayret edip gayet cool görünmeye çalışıp topukları yağladık. Öyle sokaklarda elele kolkola yürümek yok tabii. Maceraperest insanlar olduğumuz için arada bir gizli gizli parmak parmağa tutuştuk. İ love risk neticede.

Sonra bari dedik emirliklerin en büyük camisini gezelim, plajda yattıkça cami karşıdan görünüyordu çünkü. Bir gece önce de bir gökdelenin tepesinde bir barda oturup tatlı tatlı esen rüzgar ve lounge müzikle içkilerimizi içip caminin minarelerindeki lazer gösterisini seyretmiştik, sürrealist bir ortamdı.

Tabii ki camiye benim için otelin hediyelik eşya dükkanından bir eşarp alıp girebileceğimizi zannedecek kadar naiftik. Meğer camiye girerken abaya giymek zorunluymuş. Ben bir kere prensip olarak abaya falan giymem, net. En baş neden bu. İkincil önemde sebeplerim de var tabii, birincisi o abaya ile ben penguene benzerim. O halde D'nin karşısına çıkıp romantik tatilimizi sona erdirecek değilim, ayaklarıma takılır o düşerim bir de. İkincisi de caminin her turiste 50 derece sıcaklıkta verdigi kokuşuk siyah çarşafa ölürüm de girmem. Dolayısıyla kültürel geziyi bırakıp hop yine kendimizi plaja attık. İstemem yan cebime koy.
Abu Dhabi süper gelişmiş falan ama müzik konusunda bir 30 yıl kadar gerideler hala. Bir gece yeni yetme Arap gençlerin you can't touch this ve pump up the jam ile çılgınlar gibi eğlendiklerini gördük. You can't touch this ile ne kadar eğlenilebilir düşünün ama gençler açtırmışlar tequila patronları çıs tak çıs tak gayet eğleniyorlardı.

Alışveriş hayallerim hayal olarak kaldı. Abu Dhabi bir Dubai değilmiş hepi topu 3 hadi bilemedin 4 AVM var. Markalar da direkt bölgenin zevkine çalışmış, herşey mi taşlı pullu olur? Valla öyleydi. Koca tatilde ala ala hurma aldım! Ah o hurmalar yok mu bal gibi tatlı namussuzlar. Bir de humus kazanına düştüm tabii kahvaltıda humus, öğle yemeğinde humus, akşamüstü içkisi humus. Biraz daha kalırsak nohuta benzeyecektim.
Bir sürü Pakistanlı, Hintli, Afgan, Nepalli, Magrepli ile muhabbet ettik ama tek kelime Arapça duymadık. Servis yapan herkes yabancı onun için de ortak dil direkt İngilizce. Bir de külçe altın ATM'si gördük gözlerimize inanamadık. Külçe altın yahu. Kimin külçe altına ATM'den çekecek kadar ve ne için ihtiyacı olur ki? Paranın gözü kör olsun.

Ay neyse yedik içtik köyümüze döndük. Ana fikir şu ki  I love tatil.







4.12.11

I Love Gambiya

"D" sürpriz tatil hazırlamaya bayılır. Ben de tembel bir insan kişisi olarak sürpriz tatillere gitmeye bayılırım. Yalnız sürpriz tatil deyince konu yine neye bağlanıyor? Vize ve pasaport konusuna (en sevdiğimiz konu başlıkları no.1)

Bu seneye kadar sürpriz yapacağı tatil havalı bir yerde olursa oraya benim için vize lazimdi tabii. Bu durumda "sana bir sürpriz hazırlıyorum onun için bir koşu Endonezya konsolosluğuna gidip vize alır mısın bir zahmet" demek sürpriz tatilin ruhuna uymuyor haliyle.
Ayrica da Endonezya'dan da vize lazım ya kardeşim ayıp yani artık diye artistlik yapardım buradan ama zamanında homurdana homurdana kuyruğumu kıstırıp gidip vizemi almışlığım vardır oradan da.

Bizim pasaporta vize gerekmeyen bir yere gitmeye kalkarsak da şey yani nasıl desem terbiyesizlik de yapmak istemiyorum herkesin ülkesi kendine güzel tabii de ne bileyim aralarında elle tutulur tatil ülkesi de pek az be dostum.

Biz Afrika'da yaşarken "D" ile eşit şartlardaydık. Aslanım Afrika ülkeleri herkesden vize istediği için ailenin vize kuyruğunda boynu bükük onuru kırılan tek elemanı ben değildim. Hatta fazlam vardı eksiğim yoktu. Örneğin Gambiya'ya vizesiz girebiliyordum, "D" giremiyordu. Onun için ben her fırsatta " bi Gambiya mi yapsak" diye fikir atardım. Gambiya'nin kalbimde ayri bir yeri vardır gitmesem de görmesem de. I love Gambiya. Bir nevi kötü gün dostu.

Hoş Afrika'da vize konusunda kafalar biraz karışıktı. Bir defasında Gana'ya ikimizin de pasaportunda aynı oturma izniyle giriş yaparken, aynı memur benim pasaportu damgaladı geçirdi, hemen ardımdan gelen "D"yi ise "bu oturma izni tek girisli giremezsiniz" diye uçağa geri göndermeye kalktı. I love pasaport polisleri. Yalnız tek girisli oturma izni ne demekse? Ülkeye yerlesip bir daha öldüm billah çıkmayacaksın zaar. "D" 100 dolarlik fix "ceza görünümlü hallederiz fonu"nu ödedi de sınırdışı olmaktam kurtuldu. Hoş şimdi düşününce bu hikayede de kabak yine bana bavulların peşinden tek başıma koşmak suretiyle patlamıştı. Bavulların peşinden koşmak gerekiyordu evet çünkü 4 yıl boyunca çözemedigimiz bir sistemle görevliler bantta dönen bavulların bir kısmını rasgele indirip alanın bir ucuna yığıyorlardı ve bu yığma işlemi bant döndükçe devam ettiği için her dönüste bant ve dünyanin öbür ucundaki bavul yığını arasında koşmanız gerekiyordu ve klimalar çalışmıyordu evet.

Halbuki Gambiya'ya gitsek fena mı olurdu?

Bir defasında da Senegal'de yaşarken Papua Yeni Gineli bir arkadaşım Papua Yeni Gine'ye gitmek için havaalanındayken pasaport polisi Papua Yeni Gine vizesi olmadığı için kızın uçağa binmesine izin vermemisti. Kız "ama ben Papua Yeni Gine vatandaşıyım pasaportum Papua Yeni Gine pasaportu vizeye ihtiyacim yok ki kendi ülkem orası" diye her türlü argümanı denese de polis inatla "ama vizen yok gidemezsin" diyordu.

Ahhhh Gambiya ahhhh!

Neyse lafı uzattım yine Berki Bey kızacak. Zaten sabah azar işittim tembelmişim, ne zamandır bloğa yazmamışım vır vır vır. Bu kadar lafı şunun için yazdım; bu senenin sürpriz planını yaptık döndük. Üstelik artık canavar gibi kan kırmızısı pasaportum olduğu için vize kuyruğu falan beklemeden. şok! şok! şok! Yoksa yoksa Gambiya'ya mi gitmiştik? Cevabı ve daha fazlası yarın burada...

NOT: o değil de benim vize sorunsalım ortadan kalkmışken bu "D" beni Gambiya'ya götürürse elimde kalır biliyorsunuz di mi? Ama yine de i love Gambiya yani.

14.11.11

Dakar'da Kurban Olmak


Evet herkes tatilden döndüyse sizinle şu anımı paylaşabilirim.
Son 3 yıldır Paris’te keyfimi gezdiriyor olsam da expatlik böyle ver elini Paris, Londra, NY gibi birşey değil. Daha çok ver elini Bangladeş, Uganda, Pakistan "hadi bunlar çok süründü bir kıyak geçelim birkaç sene Paris" gibi birşey. Artık biliyorsunuz Paris öncesi bir 5 senelik ülkeden ülkeye Afrika maceramız var ki bloğumuz cool/urban şehir bloğu olmadığından dolayı asıl malzemeler Afrika’dan çıkıyor. Malzeme biteceğinden değil ama bir 1,5 yıl (aşağı yukarı sevgili ailem birşey bilip de sizden gizliyor değilim paniklemeyin) daha beklerseniz muhtemelen dünyanın bol renkli, bol malzemeli bir başka köşesinden yazarım.
Neyse Fildişi Sahilli dostlarımız –ki ben onları harbiden severim- bizi yaka paça ülkeden kovaladıktan, canımızı zor kurtardıktan sonra –ki onu gerçek savas günlükleri başligiyla yazi dizisi olarak yazmıştım- kendimizi bir sırt çantası, 2 t-shirt, bir şıpıdık terlikten oluşan tüm malvarlığımızla beraber Senegal’de bulduk. Önceleri teselli ikramiyesi olarak bu kılıksız halimizle bizi pek şık bir 5 yıldızlı Fransız otelinde konaklattılar. Ama tabii aylar geçince savaş kaçkınlarına yeni yerler bulmak gerekti zira otel çok pahalıydı ve uzun süreli kalabilenler sadece müritlerinin ödediği paralarla orada yaşayıp giden müslüman din adamı "marabular" idi. Biz de aldık elimize çıkınımızı ve kiralık ev aradık. Sonunda kendisi üniversitede tarih profesörü karısı da sosyoloji profesörü olan Dakar’ın önde gidenlerinden bir çiftin, evlerinin bahçesinde aslen hizmetliler için yaptırdıkları ama sonra hizmetlilerin evin mutfağında yerde yatsalar da ses çıkarmayacaklarına kanaat getirip, yabancıların da yolunacak kaz olduğunu anladıkları için bir TV bir dandik klima koyup kiraya verdikleri bungalovlardan birini tuttuk.  Bu eli kalem tutmuş entellektüel çiftin bir diğer kiracısı uzun zaman önce kafayı üşütmüş, kah silah, kah balık, kah komşu ülkelerden apartılmış elmas, artık ayırım yapmadan ne bulduysa onun ticaretini yapan bir Fransız kadın idi.
Biz böyle çölden esen kumların insanın kulaklarından fışkırdığı harmatan mevsimleri yaşayıp giderken kurban bayramı geldi çattı. Türkiye’den kıtalar uzaktasın, ucunda beklenen bir tatil falan da yok, böyle şeyleri takip edemiyor tabii insan. Yalnız bir anda adam başına düşen koyun, koç, dana sayısındaki artıştan şüphelenmeliydim. Fakir ülke zaten, bir de çöl, ağaçlarda yapraktan çok siyah plastik poşet yetişiyor, haliyle hayvancıkların da deriler kemiklere yapışmış. Heryerde varlar, trafikte, şehir merkezinde, başkanlık konutunun bahçesinde ve tabii bizim entellektüel ev sahiplerimizde 7 tane! Cok soru sorup sorgulayan bir insan olsaydım şu an burada blog yazıyor olmazdım bilim adamı falan olurdum onun için bu 7 koyunun varlığını da bayram sabahına kadar sorgulamadım ta ki senkronize kesim törenlerine ve akşam yemeği davetine kadar.
Senegalli din kardeşlerimiz en öz hakiki müslümanlık için aile başına bir kurban falan değil daha çok kişi başına “en az” 1 kurban kesmek gerektiğine hüküm vermiş olmalılar çünkü her ailede hem karı hem koca hem çocuklar ayrı ayrı kurban kestiriyor. 24 ay taksitli kurban kredisi alıyor insanlar çünkü fakir de kesiyor zengin de. Seneye kurban bayramı gelince bir öncekinin taksidi bitmemiş oluyor hoop hadi bir 24 ay taksit daha. Ölüp giderken çocuklarına kurban taksidi bırakan vardır eminim. Öyle ki doğmadan çocuğa « kurban fonu » yaratmak lazım neredeyse. Eğitim falan değil mühim olan çocuğun kurban kesecek parası olsun. Bir de tabii ne kadar büyük o kadar iyi, dost düşman görsün hava olsun. Bu kadar et bütün nüfusu 1 sene doyurur en azından iyi bari dediğinizi duyar gidiyim. Güldürmeyin ayol tabii ki etler fakirlere falan gitmiyor (Türkiye’de gidiyor mu ki?) daha çok “yabancı” misafirler çağırılıp şölen yapılıyor.
Yabancı misafir bkz biz! Üstelik dünyanın kirasını ödüyoruz en baş köşede misafir, yediği her lokma dikkatle incelenen misafir, tabağındaki bitmezse ayıp sayılan misafir. Bu bahsi şöyle kapatmalıyım ki Senegal’de etin makbulü, üzerinde hala tüyleriyle gelen ettir. Misafirin bütün tabağını bitirmesi gerektiğini söylemiş miydim?