31.10.11

Komşuluk ve Bir de Bruges


Gana’da oturduğumuz sitede çoğunluğu Amerikalı, koca koca profesörler, uluslararası kuruluşların yöneticileri kelli felli komşularımız vardı. Hepimiz aynı anda taşındık ama muhabbet hiç kesilmedi. Içlerindeki en orta zekalı insanlar biz olduğumuz için bizimle halka inmek tecrübesini yaşamak için arkadaşlık ettiklerini düşünüyoruz bazen. Neyse bu haftasonu bu arkadaşlarımızdan birinin doğumgünü için dünyanın 4 bir yanına dağılmış bu grup biraraya geldi, Brüksel’de buluştu.
Ama ben size doğumgünü sahibini değil de esas karakter olan karısını anlatacağım. Biz « D »yle dedikodu yapmak istediğimiz zaman şu yaban ellerde Türkçe konuşuyoruz. Ama biliyorsunuz « D »nin Türkçesi « malesef biras buzuk ! » Ve evet tabii ki dedikodunun dibine vuruyoruz siz  vurmuyor musunuz sanki ? Bizim komşunun karısının  dedikodu anlarında kullanılacak adı da « D »nin buzuk Türkçesi sayesinde « komuş” diye kaldı. Bizim komuş çok katolik bir anne ve anneanne ile gözler fıldır fıldır dışarıda bir babayla büyüyor. (Babasi şu an 85 yaşında ama gözler hala fıldır, 50 yaşında bir sevgilisi var mesela, yaşı farketmez her kadına da "hergün gençlesiyorsunuz, siz bir tanrıçaya benziyorsunuz" diye iltifat ediyor). Neyse babanın çapkınlıklarından yaka silken annesi adami evden atınca komuş « bugün 85 ave maria okumadın henüz” diye ruh daraltan anne ve anneannenin evinde 18’ine kadar dayanıyor. Kızı sıkarsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçarmış bizimki de 18’ini devirip kendinden 20 yaş büyük bir Faslı müslümana kaçıyor. Tabii once çok katolik anne ve anneanneye inmeler iniyor sonra da damadın çok müslüman annesine inmeler iniyor. Iki aileden de atılmış böyle mutlu mutlu yaşar giderlerken bu defa da kocası kanserden ölüyor ve yolu Belçika’dan Fas’a uzanan komuş bir iş bulup bu defa da Amerika’ya atıyor kapağı. 3 evlilik, 3 boşanma bir hayli de travmadan sonra şimdiki kocası kelli felli profesörle tanışıp evleniyor. Hemen bir operasyon ve cırt adamın ilk evliliğinden olan 2 yetişkin çocuğunu da ekarte etti mi yok ondan keyiflisi. Cok travma dedim ya hani tabii bu kadar travma iz bırakmadan olmuyor. Bizim komuşun 2 ruh hali var. Heyecan ve azmin dibine vurduğu manik dönemi. Bu dönemde enerjisiyle aptala dönüyorsunuz. Evde yokum taklidi yapıp kapıyı açmasan (evet itiraf ediyorum madem eğri oturup doğru konuşuyoruz burada) merdiven aralığından balkona atlayıp balkon camını tıklatıyor. Bütün gün beraber olup gazette okumaktan ütüye kadar herşeyi beraber yapalım istiyor. Kazayla manavda roka bulduysa bütün telefon rehberini arayıp manava getirene kadar bırakmıyor. Sabah uyanalım hemen birbirimize kahveye gidelim öğle olsun tekrar yapışıp kahve içelim, konudan konuya ani geçişlerle kafa karıştıralım sonra pek gülelim hep böyle şıkır şıkır kahkahalar atalım…Böyle bir sevgi yumağı arkadaşlık türü ki evde yokum taklidi yapıyorum diyorum size özümde domuz bir insanımdır, hiç hoşlanmam. Fakat komuşun bir de depresif fazı var ki işte o zaman bittiğinizin resmidir çünkü  yukarıda saydıklarımın hepsi yapılmaya devam edilir ama mor göz altları, dağınık saç, pijamalar ve depresif depresif konuşmalar eşliğinde. Neyse doğumgünü sırasında manik fazdaydı ve sürpriz parti öncesinde hergün 7 kere telefonla konusma, sırasında tiz kahkahalar ve omuza vurarak aynı şakayı 3 kere tekrarlamalarla, sonrasında da hergün 7 kere telefonla konusup partinin değerlendirmesini tekrar tekrar yapma (ki bu aşama henüz bitmedi devam ediyor) ile geçti. Depresif fazda pijamalarıyla gelse parti biraz tuhaf olabilirdi.
Işte partiden sonra da bari dedik geldik buralara başbaşa 2 gün de Bruges’de geçirelim –dedikodunun dibine vuralım-. Bruges masal gibi bir flaman şehri. Kuzeyin Venedik’i diyorlar. Kanalların etrafındaki dar sokaklarda hep tek tip evler, her köşeyi dönünce bir sürpriz çıkıyor karşınıza. Bir de zaten mevsim sonbahar, renkler en sevdiğim renkler şu an, sarılar morlara kırmızılara karışmış 2 gün avare avare yürüdük, yedik içtik yine yürüdük. Bruges altın çağını 13. Yy’da yaşamış sonra liman kentlerinin üstünlüğüne yenilmiş. Iyi ki de öyle olmuş çünkü fakir ve önemsiz bir şehir olduğu için önce Napolyon’un yıkımından sonra da hem 1. hem de 2. Dünya savaşının bombalarından kurtulmuş. Binalar olduğu gibi duruyor yeni binalar da aynı tarzda inşa edilmek zorunda kanunen.  Sizin için bir sürü resim çektim onlar da aşağı da. Bizim gittiğimiz gün Pazar yerine büyük bir tente kurmuşlar. Sehrin ben pahalı ve cool restoranları –ki içlerinde 3 michelin yıldızlı olan da var- standlar kurmuş, bir kasadan 15 euro’luk kuponlar alıyorsunuz. Her standta tadımlık kendi mönülerinden bir örnek satılıyor. Tadımlık ama sunumu da aynı restorandaki sunum gibi olacak. Her tabak 3-6 euro arası değişiyor, şeften şefe, restorandan restorana tada tada geziyorsunuz üstüne tabii Belçika birası. Normalde yer bulmanın bile zor olduğu restoranların şefleriyle sohbet et, yemeklerini ye super fikir değil mi? Istanbul’da da yapılsa ne güzel olur.
Bu hafta Salı günü katolik bir dini bayram onun için haftasonunu birlestirip tatile kaçan cin fikirli tek biz değildik, kalabalıktan ruhumuz şişti dönüş yolunda da trafiklerde heba olduk ama değdi mi değdi. Simdi yola çık deseniz yine çıkar giderim netim bu konuda.









16.10.11

Uzun Tırnaklı Meryem

bizim siteden Abidjan körfezinin manzarasi
Kaç zamandır şu expat hayatına başladım başlayalı tanıştığım ilginç insanları yazmamışım. Dünden beri aklıma  biri düştü sizinle tanıştırayım dedim.

Fildişi Sahili’ne taşınmadan önce 2 haftalığına ön keşfe gitmiş o arada da oturacağımız evi bulmuştuk. O evi bulurken kaldığımız otel ayrı bir konu, restoranda yemek yerken camlardan mermiler giriyordu, barut kokulu okyanus balığı yummie. Neyse ben biraz tırsık olduğum için –ki bu konuya daha öce değinmiştik mermilerden değil de yılandan korkuyorum ben- müstakil bahçe olmasın apartman dairesi olsun istemiştim. Neyse ki « D » daha gerçekçidir, güvenlikli site olsun o zaman diye eklemişti. Mavi berelilerin komutanları ve büyükelçiler ile tırsık Fransızların yaşadığı pek güvenlikli bir yer bulmuştuk. (Fransızlar haklı olarak tırsıyor çünkü hükümetleri hababam bir Afrika ülkesindeki kavgalara taraf oluyor kabak da bunların başına patlıyor. Hoş o kabak 3 ay sonra bizim kafamızda da pat diye patladı ya neyse)
bizim sitedeki binalardan biri anayoldan görünüyor
Işte bu sitede « yeni bir kuş düşmüş bakalım kimmiş » ziyaretine koşan grupta Miriam da vardı. Grubun Fransızları, ne benim ne de « D »nin Fransız olmadığımızı öğrendikleri 2.cümleden sonra « ay ocakta yemeğim vardı » diyerek dağıldı. Geriye de Ekvatorlu Miriam, Japon üst kat komşum ve Faslı yan komşum kaldı. (üst kattaki Japon’un iç savaşta -sokağa çıkma yasağı varken ve sitenin önünde Fildişililer « hepinizi yiyicez » diye bağırıp çatıda mevzilenen mavi berelilerle çatışırken- çok sushisini yemişliğimiz vardır hakkı dünya ahiret ödenmez)
Miriam’a biz (bu « biz »deki terbiyesizler « D » ve ben oluyoruz, ben ve komşularım değil) « uzun tırnaklar » diyorduk çünkü kızın ufka doğru uzayıp giden tırnakları vardı ve o tırnaklarla bulaşık yıkamayı falan bırak kendi fermuarını bile nasıl çektiğini anlayamıyorduk.
Miriam yaşını saklardı, beraber yaşadığı Fransız sevgilisinden hayli büyük olduğu belliydi muhtemelen onun için söylemiyordu. Beline kadar Serpil Cakmaklı 80’ler modeli ve rengi saçları vardı bir de yine Serpil Cakmaklı modeli leopar desenli bikinisi ve şuh kahkahaları. Yüzmeyi bilmez ama hergün havuz kenarında leopar bikinileri değiştirip değiştirip bizim güneşlenmekte dünya rekortmeni ikoncanlar gibi uzun saçlarından ter aka aka güneşlenirdi. Balık etli bir kızdı ama sadece Banu Alkan’da olan şuursuz özgüvenden onda da vardı ve löp bacaklarına minicik etekler giyer,  « ay valla bu en sevdiğim eteğim lekeli ama hayatta atmam lekeli lekeli giyerim hahahahah » diye şıkır şıkır kahkaha atardı.  
semtimizin çiçek pazari
Ikinci görüşmemiz falandı herhalde bana çok dokunan hikayesini anlatmıştı. 17 yaşında sevdiği adama kaçıyor, annesinin yalvarmalarını dinlemiyor. Adam ağbilerinin arkadaşı, onlar arka çıkıyor yoksa onlardan korkarmış öyle diyor. 2 yılda 2 çocuk ve hemen ardından dayak başlıyor. Kemik kıran, diş kıran cinsten dayak ve hakaret. Boşanması olası değil ağır katolikler. Zaten rahip izin verse ağbileri paralar. Bir de kendi kendine yeten bir kadın değil Miriam uzun tırnak. Erkek olmalı yanında.  3. Çocuğu da yapıp böyle yaşar giderken birinden internetten yabancı birileriyle tanışabileceğini öğreniyor. Ekvatorlu olmayacak onu kurtaracak adam çünkü boşanmadan kaçması lazım. Gizlice Fransızca dersleri alıp internetten bir Fransızla tanışıyor (şimdiki erkek arkadaşı François) nasıl yaptı bilmiyorum ama Serpil Cakmaklı bikinisinin payı olmuş olabilir, bu Fransa’da hiç yaşamamış, Fildişi Sahili’nde doğmuş büyümüş Fransızı ikna ediyor gelip Ekvator’dan onu alıp yanına götürmesi için. François vize falan herşeyi hallediyor. Birbirlerini daha tanımadan uçakla gidip evden markete gidiyorum diye sadece el çantasıyla çıkan Miriam uzun tırnağı alıp Fildişi Sahili’ne getiriyor. Geride veda bile edilmeden bırakılan 3 çocukla.

O gün bugündür Miriam ülkesine hiç dönmüyor çünkü dönerse kocasının onu öldüreceğini düşünüyor. Boşanamadıkları için François ile de evlenemiyor. Ama en kötüsü çocuklarını göremiyor. 3 ay sonra iç savastan bizi kurtaran Fransız ordusu hepimizi uçaklara doldurup Fransa'ya tahliye ederken içimizden sevincinden ışıldayan tek kişi uzun tırnaklı Miriam idi hep hayal ettiği Fransa'yı sonunda görebileceği için. 
Dayak yüzünden kaçmak zorunda olup bir Afrika ülkesinde mahsur kalan kadına mı yanmalı, çocuklarını geride bırakan anneye mi kızmalı, annesiz kalan çocuklara mı acımalı. Hayat bazen böyle insan her konuda ne düşüneceğini bilemiyor.

iç savasta mahsurken böyle görüntüleri evimizin penceresinden seyrediyorduk

12.10.11

Bavulu Bu Kez de Dublin'de Açtık


UYARI: Bu bir gezi yazısı değildir. Bloğun yazarı kendini pub'dan pub'a gezdirmekten başka birşey yapmadan evine dönmüştür.

"D"nin bir kızkardeşi var adı Nicole, onun da bir kocası o da Claudio. Aile içinde takma isimleri mevcut ama yazı boyunca onlara da "N" ve "C" diyelim. Işte biz bunlarla aile bağı dışında aynı zamanda kankayız. Hatta "C" de yarı Yunanlılık da var (dedesi Yunanlı) dolayısıyla ikimiz ailenin "güneyliliği" kontenjanından Isviçreli aileyi cıvıtma komitesi eşbaşkanlarıyız. Neyse bu dörtlü her yıl bu mevsimde kısa bir tatil geleneği başlattık geçen yıl. Tek kriter 4'ümüzün de daha önce görmediği bir yer olması. Ama bu grubun en az gezeni benim, benim de bavul kapının ardında hazır yaşadığımı biliyorsunuz düşünün artık. N ve C okulu bitirir bitirmez 1 sene sırt çantasıyla dünya turuna çıkıp sonunda da Malezya'ya yerleştiler. Birkaç yıldır Isviçredeler ama geçen yıl Siberya ekspress'i ile Moğolistan'ı baştan başa geçip Cin'e gittiler vs. Haliyle kimsenin görmediği yer sıkıntımız var korkarım önümüzdeki yıl Sri Lanka'dan falan bildirebilirim. Bu yılı Dublin ile kurtardık.

Dublin'de ne yaptın derseniz, en kültürel aktivitem Guinness üretim tesislerini gezmekti. Onun dışında Irlanda müziği ve Irlanda birası kültürümü genişlettim. Dublinliler çok tatlı, ben zaten soğuk Avrupa'yı sıcak Avrupa'ya tercih ederim. Bir de Ingilizcelerini anlayabilseydik eminim daha çok bile eğlenebilirdik. 4 tane eli kalem tutan insanız, toplamda 10 dili falan konuşuluyor 4'ümüzü üstüste koyarsan ama kardeşim Dublinlilerin Ingilizcesini anlayamadık. Ne derlerse desinler vayivayivayivoooo demişler gibi geliyor. Sonunda biz de kendi aramızda vayivayivayivoooolaşmaya başladık.

Bir akşam Irlanda halk müziğini guinness'e katık yapalım diye gittiğimiz bir barda bekarlığa veda partisi vardı. Hemen kaynadık tabii gruba, bizim yarı Yunan enişte hemen dansederek kaynar heryerde de kankalar edinir. Gelin adayı 20 senedir beraber olduğu ve 6 çocuklarının olduğu erkek arkadaşıyla sonunda evleniyormuş. "Biraz yavaştır da benim ki" dedi. Dedik "biraz derken!". Damadın 15 tane kardeşi varmış. 15 evet doğru okudunuz. Avuç içi kadar ülke ama millet 6'şar, 15'er ürüyor hey maşallah. Grup bize Irlanda danslarını öğretti. Bir noktada kolkola girmiş hiç tanımadığımız diğer pub müşterileriyle Irlanda halk dansı yapıyorduk. Bu arada dışarıdan geçenleri de içeri çekiyorduk.

Dublinliler iyi içiyor ve iyi eğleniyor. Pazartesi öğle arasında bile bir bekarlığa veda partisine denk geldik. O partinin cumartesiden beri devam ediyor olduğunu iddia edenler oldu grubumuzda ama ben onların yalancısıyım. Hayır Fransızlar da öğle aralarında şarap içer. Hatta geçen sene polis her günlük 1/4 şişe şarap hakları kesildi diye greve gitmişti. Ama ne bileyim yani öğle arasında pub'a git, 2 bira iç üstüne danset de iyice tuhaf. Bir de Dirty old town diye bir şarkı var ki bir kere daha dinleseydim Irlanda pasaportunu almaya hak kazanacaktım muhtemelen.

Irlandalıları kırmızı saçlı bilirsiniz değil mi? Kırmızı saçı sadece erkeklerde görüyorsunuz. 18 yaşını geçmiş her kadın saçını boyatmış. Bizim sahte sarışınlarda kara kara çıkan saç dipleri onların sahte esmerlerde kırmızı kırmızı çıkıyor. Türkiye'deki "soğan kabuğu" saçlara hayret ederlerdi eminim görselerdi. Bir de Dublinliler üşümüyor. Biz giydik botları, montları hava 9°. Ortada askılı bluzle parmak arası terliklerle bebeler geziyor. Bir gün pub'dan çıkıp açık hava alalım dedik, trene binip deniz kenarına Howth'a gittik. O kadar çok rüzgar vardı ki havayoluyla kestirmeden Fransa sahillerine varacağız diye yine içeri pub'a girdik oturduk. O rüzgarda adamın biri kurmuş ses düzenini almış gitarını açık havada müzik yapıyordu, kısa şortlu abi ve ablalar da dans ediyordu.

En kültürel aktivitemin Guinness üretim tesisini gezmek olduğu Dublin turu bitti tadı aklımda kaldı. Simdi bir süre bira detoksuna giriyorum. Siz de o arada resimlere bakın.