27.2.13

İstanbul'un Çamuru Paris'in Köpek Kakasına Karşı


Kısa bir İstanbul ziyaretinden döndüm geldim. Tereciye tere satacak değilim, siz her gün içindesiniz zaten, İstanbul çok güzel, çok da özlüyorum biliyorsunuz. Ama İstanbul çok da çabuk değişiyor. Paris’in son 150 yıldır çivi çakılmayan sokaklarından çıkıp İstanbul’un günde 3 yeni (yarı türkçe yarı ingilizce “yaratıcı” isimli ) gökdelen dikilen sokaklarına gelince, insanın ciddi ciddi kafası karışıyor. Napolyon bugün hortlayıp gelse Paris’te yolunu kaybetmeden gezebilir, ben 3 ayda bir geldiğim İstanbul’da net kayboluyorum. Evin önündeki inşaat ne kadar da yükselmiş diyorum, “oooo o inşaat durduruldu bile aylardır çalışmıyorlar” diyor babam.

Şehir böyle durmadan değişiyor tamam ama değişmeyen tek şey var o da - hayır değişimin kendisi değil- çamur! Bir şehrin daha yağmur başlamadan çamur kusmasına neden nedir, nasıl çözüm bulunamaz bilmiyorum. Ama biz ayakkabılarına büyük aşkla bağlı olanlardan büyük ah alıyor İstanbul ve İstanbul’dan sorumlular. Daha ayağınız yere değmeden hazırda bekleyen çamur damlaları koşup gözünüz gibi baktığınız ayakkabınızın topuğuna yapışıveriyor. Geçen hafta metroda çantasından portatif ayakkabı bakım sandığı çıkarıp deli gibi ayakkabılarını temizleyen birini gördüyseniz o benimdir.

Aynı yağmur burada da yağıyor, ama burada niye çamur yok bilmiyorum. Ama Paris’in nesi meşhurdur? Hayır makaronları kastetmiyorum, Eiffel kulesi de değil, Mona Lisa hiç değil köpek kakalarından bahsediyorum.

Paris kaldırımlarının mücevherleri köpek kakaları. Çünkü bu konu hakkında kanun da çıkarsan, ceza da yazsan, o kakalar kendi ayakkabılarının altına da sıvışsa Parisliler köpeklerinin kakalarını toplamamakta kararlılar. Bir süre sonra gözleriniz 200 mt ileriden köpek kakasını tanımlayabilen bir radar geliştiriyor. Ama o radar geliştirilene kadar, nasıl desem, oh merde!

Sabah koşularımda görüyorum. Köpeği kakasını yapmakta olan, yanına çöp torbası almadan çıkmış, hoş zaten o torbalardan hiç edinmemiş Parisli hareketi var. Köpek yolun en münasebetsiz, en iyi ortalanmış yerinde durmuş işini hallederken sahibi sanki o an uzay derinliğinden ani bir mesaj gelmiş gibi yüzünde çok dikkatli ve ciddi bir ifadeyle göğü taramaya başlıyor. Ya da tam o anda “bir telefon sesi duydum sanki, mesaj mı geldi ne” ifadesiyle telefonunu kurcalamaya karar veriyor. Yoldan geçenlerin bakışlarından kaçmak için her bahane geçerlidir.

Uzaylılar o an hakikaten dünyayı gözlüyorlarsa bir şehirde zig zag koşan, yürürken yürürken 2 adım seken, aniden zıplayıp sonra yoluna devam eden insanlar görüp anlamlandıramıyorlardır. Halbuki bütün bunlar yoldaki köpek kakalarına basmamak için. Bir de ani bir küfürle ayağını kaldırıma süre süre yürümeye başlayan mutsuzlar var. Bunlar basanlar...

Parislileri biraz tanıdıysam bu köpek kakası problemini çözmenin tek yolu cumhurbaşkanının tv’ye çıkıp “bugünden itibaren köpeklerin kakalarını her yere yapmalarını zorunlu tutuyoruz, hatta Elize sarayının bahçesine bekleriz, başımızın üstünde yerleri var, köpeklerinin kakalarını toplayanlar cumhuriyetin prensiplerine karşı çıkanlardır, köpek kakalarına özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” demesi! O andan itibaren tüm parisliler “bu rezaleti protesto ediyoruz, köpek kakası toplama özgürlüğümüz elimizden alınamaz” diye Bastille meydanını basmazsa ben de birşey bilmiyorum.

12.2.13

You've Got Mail



Doğrudan demokrasi demek bir nevi vatandaşın kafasını kızdıran kurumdan intikam alması demek. Bizde uygulansa daha oylanacak konular için dilekçe toplanması aşamasında iş toplu cinnete döner. Kesseler anlaşamayız.  İsviçre’de öyle değil, bir konunun oylanmasını isteyen herkes kanunda belirtilen sayıda imza toplarsa o konu oylanıyor. Vır vır vır tartışmak, bağırmak, çağırmak yerine gidiyorlar oylarını veriyorlar. Hatta gitmiyorlar, direkt evden oy veriyorlar.  Gelişmekte olan ülke vatandaşı herhangi birinin ağzını açık bırakacak konularda düzenli olarak eve oylama kağıtları geliyor.

Bu hafta eve gelen oylama konusu bu defa bankalara çok kızan helvetiklerin bankalardan intikam almaları için abartılı bonus sistemlerinin kaldırılması oylamasıydı. Bir türlü bitemeyen krizden dolayı bankalara gıcık olmayan kişi sayısının azlığını düşününce, oylamaya gitmelerine gerek bile yok aslında. Bence bankalar direkt kendi kendilerini imha edebilirler. Neyse bankalara sayfalarca kin kusabiliriz ama aslında konumuz o değil.

Konumuz dünyanın neresine giderseniz gidin asla şaşmadan sizi bulabilen İsviçre resmi evrakları.

Batı Afrika’da adres diye birşey yoktu. Çünkü sokak isimleri yoktu, varsa da kimse bilmiyordu, kapı numaraları da yoktu. Adres olmayınca posta servisi de yoktu. Zaten postayla birbirine birşey göndermeye çalışan da yoktu.

Fildişi Sahili’ndeyken Japon üst kat komşuma, jest yapmak isteyen bir arkadaşı Japonya’dan sevdiği grubun yeni CD’sini göndermişti. CD Fildişi Sahili gümrüğüne kadar bir şekilde gelmiş sonra orada takılmıştı. Kızcağız CD’yi alabilmek için kaç kere, kaç farklı ofise gitti, kaç farklı “pul parası” ödedi, CD’yi alana kadar grup yeni albüm çıkardı, bir noktada istemiyorum sizde kalsın dedi. Ama görevliler müziği dinlemiş ve beğenmemişler onun için kabul etmediler. Kıza illa gel al CD’ni diyorlar, kız da almaya çalışıyor ama bu sefer de vermiyorlar. Müziğe çok aşık bir insan olman lazım.

Gana’da adresler genel olarak, “büyük mango ağacının yanında sepet ören adamdan itibaren 7 ağaç say işte o kapı” çerçevesindeydi. Bir gün büyük mango ağacını kestiler. Katastrofi! Bir de tabii sepet ören adam o gün işe gelmediyse ara dur. Bizim evin adresi mesela “çok gizli polis merkezinin arkasındaki bankanın çalışmayan ATM’sinden 48 adım yürü, sola dön, sağdaki telefon kartı satıcısını geçer geçmez gördüğün büyük kapı” idi. Çok gizli polis merkezinin yerini prensipte kimsenin bilmiyor olması gerekiyordu bu arada!

Girişimci bir İtalyan evlere servis pizza işi kurmuştu. Fikir şahane çünkü junk food diye ölüp bitiyoruz, gelip giden havayollarının hostesleriyle arkadaşlık kurup bir dahaki uçuşta mcdonalds getirmelerini istiyoruz. Ciddiyim havaalanında takılıp hosteslerle arkadaş olmaya çalışan birini tanıdık. Böyle bir yokluk hali. Teori şahane ama pratik patlak. Çünkü  pizzayı getirmesi gereken kuryeye adresi tarif edene kadar, kurye de o adresi bulana kadar pizzanın peyniri küfleniyor. Kaç gün dönüyorsa demek. İtalyan girişimci battı.

İşte böyle posta servisi olmayan, adresi anlatmanın eve yürüyerek gitmekten daha yorucu olduğu şehirde bir gün bizim dairenin kapısı çalındı. Bu noktaya dikkat kesilelim, sitenin güvenliği falan demiyorum direkt dairenin kapısı çalındı. Birisi gelip elden D’ye yeni İsviçre oylama kağıtlarını getirdi! Oylamanın konusunu cidden hatırlamıyorum ama yani bu kadar zahmete girmeleri için oylamanın “yarın nükleer savaşı başlatıyoruz herkes mutabık mıdır” falan gibi birşey olması lazım. Bu İsviçre böyle bir memleket, dünyanın sonu gelse İsviçre postası mektupları dağıtmaya devam edebilir.

Yan komşu Fransa’da ise durum nedir derseniz, Fransa posta servisi çalışanlarından biri tam da noel öncesi gönderilerin en yoğun olduğu dönemde kendi kendine istifa etmeye karar verip, kararından da kimseyi haberdar etmeyi uygun görmeyip elindeki bütün dağıtımları bir çöp tenekesine atmış! Benziyoruz birbirimize diyorum size.

10.2.13

Katil Balinaların Adası Orcas


Benim güzel gezen arkadaşlarım var. Herkesin gittiği yerlere gitmezler, biraz keşfedilmemişin içine biraz da macera kat, içine bir de doğa yürüyüşleri ekle işte böyle gezerler. Şimdi bu arkadaşlar “bize güvenin, peşimize takılın” deyince gel de takılma peşlerine.

Seattle’ın meşhur (referans için bkz Grey’s Anatomy’nin romantik sahneleri) feribotlarından birine bindik. Şehir küçüldü, küçüldü, gözden kayboldu. Feribottan indik. Arabayla Pasifik kıyılarında gittik, gittik, gittik. Çok yüksek köprülerde durduk, piknik yaptık, yükseklikten korka korka köprülerin altından akan sulara baktık. Tekrar feribota bindik.

Feribottaki tek yabancılar bizdik. Nerelerden geldiğimizi duyunca bölgeleriyle gurur duyan tanımadık insanlar bize hikayeler anlattı. Haşmetli Rainier dağını arkamıza alıp resimlerimizi çektiler, Paris’te yaşayıp da bu kadar uzağa geldiğimize inanamadılar, Paris’e gitme hayallerinden bahsettiler, elimizi sıktılar, uzaktan uzaktan sarıldılar, iyi tatiller dilediler, feribot iskeleye yanaşmadan son bir kez dönüp “kalkıp Paris’ten geldiniz demek vay canına” dediler.

San Juan adalarında durdu kalktı feribot, ilk adayı geçtik, arabalar indi, ikinci adayı da geçtik yine arabalar indi, geldik 3. adaya Orcas adasına, burada da biz indik.

Orcas adası Washington eyaletinin kuzeybatı köşesindeki San Juan adalarının en büyüğü.  At eyeri şeklindeki adanın adı adayı çevreleyen sularda bolca görülebilen katil balinalar orkalardan gelmiyor. Balinaları gözlemek için adanın etrafı ideal olsa da adanın adı Juan Vicente de Güemes Padilla Horcasitas y Aguayo’dan geliyor. Adından anladınız, Meksikalı olan kont 1791’de adalar grubunu keşfediyor. Horcasitas da Orcas oluyor.

Sakin adayı orka balinalarını izlemek için gelen yerli turistler, Moran milli parkını ve Constitution dağını gezmek için gelen yürüyüş meraklıları, yazları şehirden kaçan Seattle sakinleri dolduruyor demek isterdim ama bütün bu gelen gidenlere rağmen ada kalabalık değil.

Kiraladığımız evin önündeki sahilden denize girmeyi çok isterdik. Ama ağustos ayında ayak bileklerimizi suya sokmamızla hipotermiyle gerçek hayatta tanışmamız bir oldu. Bir 10 saniye daha kalsak ayaklarımızı ameliyatla aldırmamız gerekebilirdi. Ayaklarımıza daha birkaç yıl ihtiyacımız olabileceğine karar verip sahilde vaktimizi denizde balinaları görmeye çalışmakla değerlendirmeye karar verdik. Tabii ki doğanın böyle hoş sürprizler yaptığı birisi değilim. Herkesin birbirine gördükleri balinaları anlattığı tatilde ben 1 tane bile görmedim.

Çok gezen arkadaşlarımızla ilgili heniz söylemediğim bir detay, içlerinden birinin doğumgününü kutlamak için Kilimanjaro’nun tepesine tırmandıkları. Bu detayı bilip de arkadaşınız “Constitution dağına tırmanacağız, kolay bir yürüyüş” deyince peşine takılırken bir an için tereddüt edersiniz değil mi? Tatilin yan etkisi olarak beyin aktivitelerim yavaşlamış olacak ki ben etmedim. Arkadaşlarımızın kolay dediği yürüyüşün tırmanışı 4 saat sürdü. Beni tanıyorsunuz tabii ki yanımıza su ya da yiyecek almamıştım. Dönüş yolunda yuvarlanıp kestirmeden yumuşak iniş yapabilmeyi inanın çok istedim.

Bir de Hollywood korku fimlerinin gözü körolmasın. Okyanusun ortasında, bizim gibi tıkış tıkış şehirlerde yaşayanlar için “ıssız” sayılabilecek bir adada, etrafta kimselerin olmadığı bir ormanda yürüyüş yapıp bir dağa tırmanıyoruz ve benim gözümün önünden criminal minds dizisinin ormanda saklanan sapık seri katilli bütün bölümleri teker teker jeneriklerine kadar geçiyor, bütün delirmiş hayvanlı filmleri hatırlıyorum, ayı görünce ellerimi kaldırıp kendimi uzun boylu yapsam ne kadar işe yarar onu merak ediyorum. İşin kötüsü -yine- gruptaki en kısa benim ve teorik olarak herkes ellerini kaldırırsa en kısa ben olacağım için ayı mutlaka beni seçer. Hoş o kadar açım ki ayı bana saldırmadan ben ayıya saldırabilirim.

Korku senaryoları yaza yaza 8 saatlik yürüyüşü bitirdiğimizde o kadar aç, yorgun ve sefildim ki kendim başlı başına bir korku filmi kahramanı olabilirdim. Ertesi günkü kas ağrılarını hiç anlatmıyorum bile, siz tahmin edebiliyorsunuzdur.

Bu yürüyüşten sonra günlerimizi ufku balinalar için gözlerimizle tarayarak, evin bahçesinde mangal yakarak, okyanusun yağlı ve lezzetli balıklarını yiyerek, Paris’ten kalkıp da buraya nasıl geldiğimizi merak eden ada sakinlerine dert anlatarak geçirdik

Dünyada görecek çok yer, buna karşılık çok az zaman ve daha da az para var. Onun için çıkan her fırsatı değerlendirmeli. Yine de dağların zirvelerine tırmanan arkadaşlarınız “kısa bir yürüyüşe gideceğiz” dediklerinde karar vermeden önce iyi düşünün derim.





4.2.13

Kadın Kadar Taş Düşsün Kafanıza

le monde haberi bu görselle verdi.

31 Ocak’ta Paris’te çok mühim birşey oldu. Parisli kadınlar, hapse girme tehlikesi olmadan pantalon giyme haklarını yasal olarak kazandılar. Cümleyi yanlış okudum diye başa dönmenize gerek yok, doğru okudunuz, üstelik gayet de ciddiyim.

1800 yılına ait bir genelgeyle kadınların sokağa “erkek kıyafetleri” (yani pantalon) giyerek çıkmaları yasaklanmıştı. Yasağa karşı gelen bütün kadınlar polis merkezine götürülecekti, gerekirse tutuklanacaklardı. Gazetecilik gibi bir mesleğiniz varsa, mesleki şartlar nedeniyle pantalon giymenize göz yumulabilirdi. Ama bunun dışında ilerleyen tarihlerde feministlerce defalarca verilen dilekçeler kabul görmemişti.

2012 yılı mayıs ayında kadın hakları bakanlığı konuya el koyana kadar! Kadın hakları bakanının konuyu gündeme getirmesiyle, 31 Ocakta eski kararın kaldırıldığı yani kadınların artık yasal olarak pantalon giyebilecekleri resmi gazetede yayınlandı. Yıllardır ben de dahil bir sürü kadın kanundışı geziyormuşuz yani sokaklarda. Hayatımda hiç bu kadar asi ve anarşik hissetmemiştim.

Konunun saçmalığına mı gülelim, yoksa kadın hakları bakanlığının arkeolojik kanunları kendine görev edinmesine mi şaşıralım. Türkiye’de kadın haklarını iyileştireceğine gerileten kürtaj vb gibi tartışmalarla Fransa’nın tartışma gündemini karşılaştırıp sinirimizi mi bozalım? Seçeneklerden seçenek beğenin.

Fransa’da kadın hakları konusunda tüm sorunlar bitti mi, kadın-erkek maaş eşitliği, iş fırsatı eşitliği konusu tamamen halledildi mi, kadına karşı şiddet konusunda büyük gelişmeler kaydedildi mi? Tabii ki hayır. 

Özellikle kadına şiddet konusu maalesef evrensel bir konu ve Fransa’da da kadınlar tacize, tecavüze uğruyor, öldürülüyor, dövülüyor. Ama Fransa’da tecavüz edilen, öldürülen kadının ardından medya, - İstanbul'da öldürülen Amerikalı turistin ardından yaptıkları gibi -“vay efendim kocasından ayrı yurtdışı seyahatinde ne işi vardı, zaten kurye miydi ajan mıydı kafalarda şüphe uyandırdı, evli barklı kadın yalnız başına fotoğraf çekmeye ne diye buraya geldi, zaten çektiği fotoğraf da ortada yoktu” vs gibi erkek saldırganlığıyla rezil haberler yapamıyor. Buralarda yaptırmazlar. Şuursuzca yapan olursa da haberlerin altına aynı ilkel kafada yorum bırakan okuyucu bulunmaz. 

Fransa’da küçük çocuklara tecavüz edenler, “rızası olduğu gerekçesiyle” serbest bırakılmıyor. Tahrik cezada indirim sebebi olmuyor. Namus cinayeti işlenmiyor. Tecavüzcülerin ardından “ne kadar da iyi yazardı haksızlığa uğradı” diye yazılar yazılmıyor. 

Yani diyeceğim o ki; hay kadın kadar taş düşsün kafanıza