27.12.12

2012'de Leblebi Yedik Gazoz İçtik



İlkokul 3‘ten 4’e geçtiğimiz yaz öğretmen “yazın yaptıklarınızı kompozisyon olarak yazın” ödevi vermişti. Sınıfın bütün -o yaş kızlarında kronik olan sevimsizlikten muzdarip- kızları (evet tabii ki ben de onlardan biriydim) artık sayfalar dolusu yaz yaz yazmalara doyamamıştık. O yaşlarda kendi kendimin çocuğu olsam sabahtan akşama kendimi döverdim zaten. Neyse bir arkadaşımız da kompozisyon olarak şöyle yazmıştı: “leblebi yedim, gazoz içtim”. Öğretmen “çocuğum bütün yaz mı leblebi yedin gazoz içtin bu ne biçim kompozisyon” diye kızmıştı. Ama düşünsenize aslında ne şahane bir yaz tatiliymiş, tek derdin leblebi yiyip gazoz içmek!

Şimdi noel ve yenıyıl zamanı ya her gün arkadaşlarımızdan 2012 şöyle geçti konulu mailler geliyor. “D”yle biz de bir heves hadi biz de yazalım dedik. Açtık boş bir pages sayfası, o bize bakıyor, biz ona bakıyoruz. Writer’s block gibi cool birşey de değil, sadece 2012’de kaydadeğer hiçbir şey yapmamışız! Diğer insanlar ne yazmış diye açtık mailleri okuduk. Birinin çocuğu 18 yaşına gelmiş üniversiteye başlamış, öbürünün çocuğu ilk adımını atmış, birisi kariyer değiştirmeye karar vermiş işi gücü bırakıp yeniden okula yazılmış, diğeri istifa etmiş Filipinler’e yerleşmiş, biri yemek yapmayı öğrenmiş, öbürü Nepal’e hayır işi yapmaya gitmiş, bir diğeri üçüz doğurmuş, 75 yaşında yeniden evlenip Paris'e yoga yapmaya gelen bile var. Bize bunlardan malzeme çıkmaz. Dünyada olan bitene bakalım dedik, e adam uzaydan atladı oğlum artık bundan öte ne yapabiliriz?

Ay ay geriye gidelim biz koca yıl ne yaptık dedik, biz kilo almışız, kilo vermişiz, almışız, vermişiz, verdiğimiz gibi yine almasını da biliriz. Geçen yılbaşında kararlar almışız ama ne karar aldığımızı hatırlamıyoruz. Hayır demeyi öğreneceğiz diye söz vermiştik, onun yerine şamar oğlanı olmak alınyazgısı mıdır konusunda kitap yazabilecek tecrübeye sahibiz. Bu aldığım son çanta, bu da son çift ayakkabı demişiM, üstüne kaç çift daha aldığımı ne siz sorun ne ben söyliyeyim. Her gün yeni bir şeylere kızmışız, twitter’da içimizi dökmüşüz, artık bu kadar da olmaz deyip deyip hashtaglerle protesto etmişiz. Bu kadar da olmuş. Blog postlarına baktık elbet akılda kalan bir şey yapmışızdır diye ancak elalemin çocuklarına kızmışım (neyse ki google translate kendi çevirdiğini kendi de anlamıyor da ağız tadıyla dedikodu yapıyoruz şurada), şarap kursuna gitmişim onu da becerememişim, yemek kursunu denemişim sonuna kadar dinleyememişim. 

Biz ancak bavul doldur, bavul boşalt gezmişiz. Pişman mıyız? Değiliz. Suç bizim değil, 2012‘nin kendi dandikliği. Biz bütün bir yıl leblebi yiyip gazoz içmişiz. Yine olsun yine yaparız.

14.12.12

İçimdeki tutturuk kadın, cool kadına karşı



D” Sürpriz bir tatile gidiyoruz, bavulunu hazırla diyor. Yeni birşey değil aslında yılda bir kez sürpriz bir tatil hazırlar bana. Tatilin kendi sürpriz değil, destinasyon sürpriz.

Bilen biliyor, içimde tutturuk, obsesif kompulsif bir kadın yaşıyor. Excel dosyalarıyla bavul hazırlayan bu kadının sürpriz tatile hazırlanması demek uykuların kaçması, tırnakların yenmesi, mideye ağrıların kamp kurması demek. 

Bu yetmiyormuş gibi içimde bir de tutturuk kadını itip, kendine yer açmaya çalışan bir cool kadın var. O diyor ki “aman at bir kot, 2 kazak gittiğin her yere uyar, zaten uymazsa alışveriş yapmana bahane olur”. Gördüğünüz üzere cool olan da kendini cool sanyor ama henüz yeniyetme, tam oturmamış, problemi öngörüp hemen çözümü düşünüyor o da. Ama tutturuk inatçı, biraz da tombul, güzelce yerleşmiş içimin ortasına, öyle kolay kolay itip yer açılacak gibi değil “ya pantalonun üstüne birşey dökülürse, ya ayakkabı ayağımı vurursa, ya kazağın ipi kaçarsa, ya ojem çıkarsa, ya yağmur yağar da saçım bozulursa, ya bavulum kaybolursa, ya bavulum çalınırsa, ya bambaşka bir yere acil iniş yapmamız gerekirse (dikkatinizi çekerim daha asıl destinasyonu bilmeden bambaşka bir yere acil inişten bahsediyor), ya yanımda getirdiklerimin hiçbirini artık beğenmezsem, ya kilo alırsam da pantalonuma sığamazsam (nasıl ya? Toplam 5 günlüğüne gidiyorsun)” diyor da diyor onun için 3 pantalon alıyor, hem aseton hem oje taşıyor, koca fön makinesini yükleniyor, bavul yetmedi el çantasına yedek kıyafet hazırlıyor, onda da aksilik çıkarsa diye D’nin bavuluna da kıyafet koyuyor, ayakkabı koyuyor, çorap koyuyor... 

Cool olan sürprizlere bayılırım hadi gidelim diyor, tutturuk ise sürpriz tatil neresi olabilir diye alternatifleri düşünüyor, o alternatiflerin hava durumlarına bakıyor, alternatiflerden hangisi çıkarsa ne alışverişi yapabilir diye listeler hazırlıyor. Cool olan tutturuk olana çok kızıyor, seninle sürpriz tatile falan çıkılmaz, mahvettin yine sürprizin heyecanını diyor.  

Tutturuk olan kapıyı kilitlemeyi “D”ye bile bırakmıyor, çünkü kilitledikten sonra 3 kere daha dönüp çayın altını kapatmış mıydık diye bakıp kapıyı 3 kere daha kilitliyor. Cool olan tutturuk olanı kolundan çekiştiriyor, boşver çayı hadi tatil başladı çabuk gidelim diyor. 

Gri bir Paris sabahında, gri bir Paris taksisine biniyoruz, tutturuk 8 kere çantasını açıp pasaportunu kontrol ediyor, sonra bir 8 kere daha açıp en son kontrol ettiğinde pasaportu düşmüş mü diye kontrol ediyor. Cool olandan korkmasa taksiyi yolun kenarına çekip bavulu da tekrar kontrol edecek. Ama cool olan da biraz cazgır, tiz sesiyle çok bağırıyor, eli de biraz ağır üstelik, üstüne salmamak lazım. 

Havaalanına geliyoruz. “D” Check-in’de, güvenlik kontrolünde, her adımda görevlilere lütfen nereye gideceğimizi söylemeyin eşim bilmiyor diyor. Herkes de bu oyuna katılmaktan çok mutlu, sürprizin örtüsünü ucundan bir türlü kaldıramıyorum. Cool olan çok eğleniyor, tutturuk ojelerin ucunu kaldırdı bile. Teknik olarak gizliliğin varış noktasına kadar sürmesine imkan yok. Pilota da “uçak içi anonslarda nereye gideceğimizi söylemeyin” diyecek hali yok. Sonunda bir görevli nereye gideceğimizi ağzından kaçırıyor. Hem cool hem de tutturuk çok seviniyor. Görevliye sarılmak için bir hamle yapıp sonra bunun saçma olduğunun farkına varıp asıl sarılmam gereken kişiye “D”ye sarılıyorum(z)

7 saat sonra gri bir New York akşamında, sarı bir New York taksisine biniyoruz.

New York’un gezi yazısı Habere Dikkat'te, resimler ise bir sonraki post’ta

22.11.12

Patlıcanın Hayatımızdaki Yeri ve Önemi


D” bizim aileye resmi olarak yeni yeni girdiği zamanlarda, kimle tanışsa “merhaba”, “nasılsın” faslından sonra 3.soru “İsviçre’de patlıcan var mı” oluyordu. Annemlerle yemeğe çıkıyoruz bütün akşam bir patlıcan muhabbeti, durduramıyoruz, anneannemle tanışıyor “İsviçre’de patlıcan var mı”, teyzemle tanışıyor “İsviçre’de patlıcan var mı?”. (bunu okuyunca “aaa biz ne zaman sorduk patlıcanı” diyecek olan aile üyelerime şahitli ispatlı kanıtlarım)

Tabii aslında bu patlıcan özelinin altındaki asıl soru “bu kız senin peşine takıldı gidiyor, oralarda keyfi, sağlığı yerinde olacak mı, sen bize bir anlat bakalım”. Patlıcan simgesinin altındaki derin soru aslında “well being”. Ama tabii “D” henüz o zamanlar Türk ailesi alt metin okumasını beceremiyor. Dolayısıyla bu sembolizmi de çözemediği için bizim sohbet patlıcandan ileri gidemiyor, “sizde patlıcan var mı” “var”, “peki siz patlıcanı nasıl yaparsınız” “patlıcan sever misiniz” "annen nasıl yapar patlıcanı?" "yapmaz!" 

Ailemizin patlıcanla olan derdini anlaması zaman aldı.

İsviçre’ye yerleşince ve benim keyfimin yerindeliğinden bütün aile emin olunca bu patlıcan konusu bir süreliğine rafa kalktı. Bir de tabii herkes geldi gördü ki zeytin ezmemden beyaz peynirime kadar aradığım herşeyi buluyorum, eksiğim gediğim yok. Küçük bir ton balığı gibi mutlu yaşıyorum.

Ne zaman ki Afrika’ya taşındık bizim bütün aileyi yine patlıcan korkusu aldı. Patlıcan bulmasına bulduk. Hatta sebze olarak bir tek patlıcan bir de kabak bulduk. Patlıcandan fenalık geldi. 

Şimdi ben böyle Paris’te yaşıyorum, şampanya şarap yazıyorum, aman tereyağlı croissantlar nasıl da leziz, böyle ekler yememişsinizdir falan diye terbiyesizlik limitinde konuşuyorum ya benim bavulumda kereviz taşıdığım günler oldu aslında. Evet artık bunu itiraf etmemin zamanı gelmişti, bildiğiniz kereviz. Ezilmesin diye el bagajıma kilo kilo domates almışlığım, 3 top marul götürmüşlüğüm de vardır.

Gana’da iklim, toprak vs en lezzetli domateslerin yetişmesine müsaitken, çeşitli tarım yardımı kuruluşları da ısrarla yeni tohumlar, fideler vs getirip teslim ediyorken Ganalılar inatla tek tip domates üretiyorlardı. O da küçük, tadı yemenize bile gerek kalmadan daha ilk göz teması kurduğunuz anda midenizi yakacak kadar asitli, haşır huşur bir domatesti. Yatıyorum kalkıyorum gözümün önünde sulu sulu domatesler uçuyor. Rüyalarıma giriyor domatesler. Kafam kadar domatesleri ısıra ısıra yiyorum, suları üstüme başıma akıyor rüyamda. Gözümü domates bürümüş. Delirmek üzereyim. Bizim komşular sitede bir domates projesi başlattı. Herkes balkonlarına domates ekti, günlük olarak gelişimlerini takip ediyoruz, bekliyoruz ki domatesler yetişsin yiyelim hatta fazla fazla yetişsin salça yapalım. Hayal dünyası işte. Herkesin domatesleri cillop gibi oldu, benimkileri yan komşuya göstereyim derken “D” balkondan düşürdü! Çocuğum gibi baktığım domatesler kaldırımda püre oldu! Evliliğimizde sorunlu anlardan biridir.

Mango ve ananasla ömür geçer mi? Ülkede başka meyve yok ki! Bildiğin elma arıyorsun yok, kös kös elinde mangoyla eve dönüyorsun yine. Böyle yokluk durumlarında insanın aklına elinin altında olsa yüz yıl aramayacağı şeyler düşüyor. Dışarısı 40 derece, canın kapuska çekiyor. Neden, çünkü lahana yok! 

Bu tip sefaletlerden hep girişimci biri çıkar parsayı toplar ya Lübnanlı Mustafa bir bakkal açtı. İstediklerinin listesiyle Mustafa’ya gidiyorsun, Mustafa “2 gün sonra gel malı al” diyor. Ismarladığım şey kahvaltılık gevrek ama duyan uyuşturucu baronusun sanır. Mustafa Avrupa’nın 4 tarafındaki aile bireylerine telefon açıyor, onlar gidip süpermarketlerden malları topluyor, bir gün sonraki tarifeli uçağa koyup gönderiyorlar. Herşeyin bir bedeli vardır tabii. Bir kavuna 10 dolar ödüyorsun. Sonra bir kavunu idareli yersem en çok kaç gün dayandırabilirim diye uğraş dur. 

Mustafa zamanla işi öyle bir noktaya getirdi ki hostesleri ayarladı, Londra’dan uçuş öncesi Mcdonalds alıyorlar, uçak Accra’ya ulaşınca gidip hamburgerlerini Mustafa’dan teslim alıyorsun! Paris’te evin yanı Mcdonalds, geçen hafta Berki bey burdayken soruyordu bir kere gittim mi diye? Tabii ki hayır, mcdonalds mı öyk. Ama orada soğumuş, kokuşuk burgerleri almak için evini, arabanı Mustafa’nın üzerine yapmaya hazırsın.

Şimdi siz beni şen şakrak kendimi gezidiriyor sanıyorsunuz ya. İşbu yazı aksini ispatlamak amacıyla yazılmıştır. Ben aslında neler çekiyorum buralarda, sizin bundan haberiniz var mı? Daha geçen hafta ıspanak bulamadık, sefil olduk sefil.

13.11.12

Minyatür İnsanlarla Sosyalleşmek

resim funkiddos.com dan

Haftasonu Gent’e gittik. Gent yazısı yarın Habere Dikkat'te. Oraya kadar gitmişken de taaaa Gana’dan tanıdığım, aynı anda taşındığımız ve ev alıp oraya yerleşen İtalyan arkadaşımıza da uğrayalım dedik. Biz tanıştığımızda çocuk lafını bile duymak istemezdi. Zamanla insanların fikirleri değişiyor, anlarım, saygı duyarım, bizimki de arka arkaya 2 çocuk doğurdu. Oraya kadar gelmişken size de uğrayacağız, saat 14 gibi sizde oluruz deyince “aaa ama o zaman çocukları göremezsiniz, saat 13:45-15:30 arası uyku saatleri” dedi. Çocuk değil saatli maarif takvimi sanki! Daha iyi ortada koşup gürültü yapan minyatür insanlar olmadan seninle rahat rahat sohbet ederiz diyemedim.

Çocuklu kadınlarla çocuksuz kadınlar arasında böyle bir senkronize olamama, aynı dili konuşamama durumu var. Tanıdığım çocuklar var, tanıdığım çocuklar arasında sevdiğim çocuklar var, tanıyıp da yıldızımızın hiç barışmadığı çocuklar da var. E şimdi ben bu kızı en son 4 yıl önce görmüşüm. Çocuklarını tanımıyorum, belki anlaşamayacağız. Ne malum?

Hayır yani bence çocuk da meraktan ölmüyor ben geliyorum diye. Çocuk dediğin minyatür bir birey. Ona sordun mu bakalım Pini gelecek tanışmak, konuşmak ister misin diye? Çocuk beni ne yapsın? Aynı dili bile konuşmuyoruz. Mecburen annesi bizi biraraya getirdi diye o da belki beni sevme numarası yapacak ama içinden “kardeşim şu eve bir gün de boyu boyuma, espri anlayışı espri anlayışıma uygun insan gelsin, bu ne kazık gibi tipler gelip gidiyor” diyor. Ona göre inek sesi, kedi sesi vs çıkaran oyuncak komik mesela. Bana göre de Seinfeld komik. Şimdi biz orta noktayı nasıl bulalım? Onun günlük derdi bugün yine mi süt, yine mi ezilmiş meyve var yemekte. Benim günlük derdim ne olacak bu ekonominin hali. Otursam nasdaq da düşmüş desem o bana boş boş bakacak. O bana bıktım bu ezilmiş kabaktan valla kusmak geliyor içimden dese, ben ezilmiş kabağı 37 yıl önce yemişim en son, empati yapmama imkan yok, tadını unuttum. E o zaman ne oluyor, ben abudik gubudik sesler çıkarıyorum o da bana baka baka ağlıyor. Sevmediği zaten üstüme kusmasından belli. Pasif agresif protesto işte.

Zaten 4 yıldır görüşmemişiz, o 4 yılda arkadaşım 1.tekil şahıstan 1.çoğul şahısa geçmiş, hayali arkadaşlardan kurulu bir koloni olarak bir arada yaşıyorlar gibi “bu aralar iyi uyumuyoruz, akşamları çok uyanıyoruz, kakamız da cıvık” diye konuşmaya başlamış. O kaka detayını paylaşmazsak ben çok sevinirim ama eminim asıl çocuk da sevinir. özel hayatın gizliliği ilkesi diye birşey var sonuçta. İnsanın kakasından özel birşey de düşünemiyorum, kakası ulu orta sohbetlere meze olmuş, bence ağırına gidiyordur. Hebe gübe’den çıkıp kendini ifade edebilse belki bunu böylece söyleyecek ama o hebe gübe dedikçe etrafındakiler de anlamsız ses öbekleriyle konuştuğu için çocuğun kafa karışıyor.

Bir de bu minyatür insanların hepsi bir dönem birbirine benziyor. Türkiye’dekiler kahverengi göz kahverengi saç, işte buralardakiler de sarı kafa mavi göz. Bunların hepsinin adını aklında tut (karıştırırsan arkadaşların çok bozuluyor), zaten yeni moda isimlerin hepsi birbirine benziyor, bir de hepsinin yaşlarını da aklında tut. Bana hepsi 3 yaşında gibi görünüyor mesela. "Aaaa olur mu teyzesi biz 78 haftalığız!" Biz derken? Daha da mühimi teyze derken??? Ay hesabıyla konuştukları zaman bayağı ÖSS matematik sorusu gibi. 63 haftalık bebek ne kadarlık bebektir hadi bakalım hesapla. Şimdi bir yılda kaç hafta vardı, böl onu o rakama. Şunu normal yaşla söylesek?

O gün de işte arkadaşım illa görüşelim tanışalım diye uyuyan çocukları uyandırdı. E uyanan çocuk ne yapar? Avaz avaz ağlar. Çok normal, ben çocuğu ayıplamıyorum, beni de tanımadığım birisine göstermek için uykumun arasında uyandırsalar ben de avaz avaz ağlarım. Hatta daha kötü şeyler de yapabilirim. Uyuyan insana saygı gösterelim arkadaşım, boyutu ne olursa olsun.

Yani çocukları da bizi de birbirimizle tanıştırmak için zorlamasınlar, olmuyor. Bir takım sosyal ortamlarda karşı karşıya gelir, el sıkışır tanışırız elbet, anlaşırsak zaten o benim üstüme kusmaz ya da yüzümü görür görmez testere 5’i zorla seyrettiriyormuşuz gibi boğazını yırta yırta ağlamaz. Anlaşırsak anlarsınız anlaşamazsak da artık düğünlerinde görüşür bir altın takarız.

8.11.12

Sonu İneklerle Biten Macera


Küresel ısınma yüzünden Paris ve İstanbul iki ayrı yarıkürede gibi son birkaç yıldır. Siz hala kışılkları çıkarmadınız, mevsim yazdan ilkbahara geri sardı. Fakat biz donuyoruz. Kışlıkları çıkarmayı geçtim, ısıyı hapseden kıyafet arıyoruz. Bir de üstüne kaloriferlerimiz bozuldu. Bir süre fırını 250 derecede yakıp, kapağını açıp önünde ısınma “dahiyane” fikrini denedikten sonra aklımıza daha bilimsel bir gerçek olan “yiyerek ısınmak” çözümü geldi.

Kış yemeği deyince aklınıza soba üzerinde kestane gibi nostaljik şeyler geliyordur. Bizim aklımıza fondue geliyor.  

Çekirdek ailemizin %50 nüfusu İsviçreli demiştim ya, işte İsviçre’nin de milli yemeği fondue. Ekmeği alın, uzun çatalın ucuna takın, koyu peynir karışımına batırın, güzelce karıştırın, aman ha ekmeği çatalın ucundan düşürmeyin yoksa 2.tur içkileri siz ısmarlarsınız, ya da arkadaşlarınız daha acımasızsa şarkı söylenmeniz gerekebilir, ekmeği peynir karışımının içinde kaybeden yandı, şimdi çatalınızı havaya kaldırın, uzayan peyniri de dolayın ekmeğin etrafına, ağzınızda eriyen peynirin, koyu kıvamlı köy ekmeğinin, genzinizi tatlı tatlı yakan kirsch’in tadını hayal edin. Düşününce bile içi ısınıyor insanın değil mi?

Kelimenin kökeni fransızca erimek fiilinin, geçmiş zamanının feminen halinden geliyor. (Fransızlar dillerini zorlaştırmayı seviyor evet) İsviçre’nin milli yemeği hatta İsviçre birliğini simgeleyen fondue’yü geleneksel olarak fondue’yü erkekler yapıyor. Erkekler peyniri kesiyor, karışımı hazırlıyor, eriyene kadar karıştırıyor, ekmekleri küçük lokmalar halinde hazırlıyor, siz de elinizi kıpırdatmadan yemeğin hazır olmasını bekliyorsunuz. İçinizin ısınması için bir sebep daha 

Fondue köy hayatıyla özdeşleşmiş bir yemektir fakat gerçekte bir şehir yemeğiymiş. Çünkü gruyère gibi peynirler köylerde yaşayanların alamayacağı kadar pahalıymış. İsviçre’de peynir hala pahalı olduğuna göre gruyère ucuzlamamış ama İsviçre köylüsü zenginleşmiş diyebiliriz. Gruyère dedik ve geldik şimdi yazının asıl konusuna.

Fondue farklı bölgelerde farklı peynirlerden yapılıyor ama gruyère peyniriyle yapılanın tadı bir başka oluyor. Gruyère peyniriyle yapılanı da bir kere bile olsa gidip Gruyères’de yemek gerekiyor. Söylediğim yerlere gidin ama yaptıklarımın hepsini yapmayın. Şöyle ki;

İnsan her ne kadar kendini tanısa da arada bir arkadaşlarının dolduruşuna gelebiliyor. Talihsiz ve anlık bir “ne var ben de macera seven bir insan olabilirim, belki de ben hep macerasever bir insandım ama hiç şans verillmemişti” dolduruşuyla uzun bir dağ yürüyüşü ve ardından geceyi bir chalet’de geçirmeye razı oldum. Sene 2001. 

Arkadaşlar, daha az tanıdığım arkadaşlar, hiç tanımadığım arkadaşların arkadaşları bir grup çıktık yola. Tırman tırman ucu yok bu dağın. İsviçrelilerin dağ yürüyüşü performansına bizim ayak uydurmamız zor. Onlar alışık, önden koştur koştur gidiyor, beni görseniz sanki Everest’e tırmanıyorum son 200 m kalmış. Nefes nefese. Kalp krizi geçiriyorum sanırım, yok yok donarak ölmek bu olmalı, galiba ayak parmaklarımı hissetmiyorum, doğanın güzelliğine odaklan belki yorulduğunu hissetmezsin, ama yorgunluktan gözlerim buğulu görüyor doğa güzelse bile ben göremiyorum, kulaklarım da tıkandı!
Sonunda hava kararmadan ve ben son nefesimi vermeden hemen önce kalacağımız chalet’ye vardık. İçerisi kalabalık. Herkes bir yandan fondue yiyor bir yandan beyaz şaraplarını içiyor. Chalet’de kalmayı kabul etmiştim ama nedense bir tek biz oluruz sanmıştım. Bir de itiraf ediyorum chalet deyince bir tip otel sanmıştım, yürürüz yürürüz, sıcak duş alıp ısınır, yemek yeriz sonra da herkes kendi odasına çekilir, kitabını okur, temiz hava da iyi gelir mis gibi mışıl mışıl uyurum diye hayal etmiştim. 

Oysa chalet hafif büyükçe bir ev. Bütün köy de orada. Arada bir bütün bu insanlar nerede uyuyacak diyorum. Onlar buranın insanları geriye köye yürüyecekler diyorlar. Ben gündüz gözüyle tık nefes oldum tırmanırken, -nasıl güvendiysem arkadaşlarıma bu kadar- insanlar sarhoş sarhoş karanlıkta nasıl geri dönecek diye sorgulamak hiç aklıma gelmedi. Sonunda birer ikişer masalar boşaldı. En son biz kalktık. 

Chalet’nin ortası ahır. Kışın büyükbaş hayvanların varlığı binayı daha da ısıttığı içinmiş. Ama haliyle kokuyorlar. Doğa şahane birşey de bütün canlılar kendi evlerinde uyusa daha da şahane olabilir sanki. Herkes bir odaya giriyor, ben de peşlerinden. Az önce iyi geceler diye yemek odasından çıkan herkes yan yana yer yataklarına kıvrılmış, horul horul, gürül gürül uyuyor. Odada rahat 50 kişi var. Ve şarapları içenler gök gürültüsü şeklinde horluyor. O arada iç sesim: “bu yer yataklarının örtülerini her gün yıkamıyorlardır muhtemelen değil mi? Acaba yürümeye kalksam arabayı bulabilir miyim? Dağda ne hayvanları vardır ki? Kesin ayı falan vardır, karanlıkta göremem de toslarım hayvana. İneklerin yanına insem beni tekmelerler mi? Az önce bütün canlılar ayrı ayrı uyusun diyordum gerçi ama. Yok bu örtülerde kimbilir kimler yattı ben hayatta kafamı koyamam. Hoş şu an ben de pislik içindeyim. Yemek odasına dönsem? Ben kim macera kim? Yok ben hayatta uyuyamam bütün gece ayakta beklesem? Hiçbir yere değmeden otursam kulaklarımı tıkasam? Gidip şu ineklerin yanına bir daha baksam mı? Kokuyorlar ama horlamıyorlar en azından...” 

Ve sonunda geceyi duvarın dibine çömelip uyumadan geçirdim. Şafak sökerken beni maceraya bulaştıran talihsiz kişiyi uyandırdım (isim verip kendisini rencide etmek istemem), hayatımda hiç olmadığı kadar hızlı yürüyerek olay yerinden uzaklaştık. Tırmanmamız bütün gün sürmüştü ama arabaya geri dönüşümüz 12,5 dakika sürdü. Eve döner dönmez kaynar sularla saçlarımı 7 kere yıkadım. Hala inek kokusu geliyordu burnuma. 

İşte bunun içindir ki Gruyères’e gidin, fondue’yü memleketinde yiyin, yazın giderseniz masallardan fırlamış gibi duran minik evlerin teraslarında yaz meyveleri üzerine koyu Gruyères kaymağının tadına da bakın. Ama size geleneksel bir chalet deneyimine ne dersiniz diyen olursa ardınıza bile bakmadan kaçın. 

31.10.12

Çok Kalabalık

metrolarda özlediğimiz görüntüler bunlar hep

Bugün tersimden kalktım. Sabahları zaten pek sevgi dolu bir insan olduğum söylenemez ama bugün iyice huysuz uyandım.

Huysuz uyanınca insan içine karışmamak gerekiyor. Ama inadına da haftalardır ortadan kaybolmuş güneş çıkmasın mı? Yürürsem neşeli bir insan olabilirim belki dedim. Tabii ki neşeli bir insan olmadım. Daha çok Chucky’nin karısı gibi oldum. 

Biliyorum yarın olmasa öbür gün siz de homur homur uyanacaksınız. Onun için tersinden kalkılan günlerde uzak durulması gereken insan tiplerini yazdım (tabii ki hepsi bugün toplaşıp benim karşıma çıktı ne sanmıştınız?)
  • Yolda yürürken yürürken bir anda duranlar. O an hayatın anlamını mı çözüyorsunuz ne oluyor da zınk diye durmanız gerekiyor? Paris’te alan zaten dar, manevra yapmanın imkanı yok, domino taşları gibi herkes üst üste yığılıyor, şahsen tanımadığım insanların sırtına yapışmadan yürümeyi tercih ediyorum mesela, ona göre ani frenlerden kaçınsak?
  • Daracık kaldırımda elele tutuşmadan yürüyemeyenler. Üstelik senin karşıdan geldiğini göre göre hala elele devam ederler. Bir bırak elini kaçmaz valla alışsın.
  • Tam metro turnikesinin önüne kadar gelip koca çantalarında bilet aramaya başlayanlar. O bilet o çantanın en dibinde ben biliyorum hiç başka yerlere bakma. Bir sabah gelip metronun artık bedava olduğunu mu ümit ediyorlar acaba? Tüh ya metro yine biletliymiş neyse şu turnikenin üstüne bütün çantamı boşaltayım da acele etmeden yavaş yavaş biletimi bulayım bari aaaa 3 yaz önce kaybettiğim terliğimin tekini buldum!!!
  • 10 durak sonra inecek olmalarına rağmen metronun tam kapısının önünde dikilip inmeye çalışanlara da garip garip bakanlar. Evet tuhaf ama farklı farklı duraklar var ya hepimiz farklı duraklara gidiyoruz işte böyle inmemiz gerekebiliyor bazen rahatsızlık vereceğiz ama hafif önümüzden çekilseniz
  • Metrodan inip kapının hemen önünde duranlar. E şey biz içeridekiler de çıkmak istiyorduk bir mahsuru yoksa, 2 adım daha atıp dursanız mesela arkadaşımız içeride mahsur kalmadan hepimiz inebiliriz, çok mersi
  • Metroda avaz avaz telefonla konuşanlar. Apple ve diğerlerinden ricamdır, gelişmekte olan ülkelerde sattıkları cihazlardan konuşma fonksiyonunu kaldırsınlar. Kafamız şişti bizim. Ya da telefon arama yapmadan önce “dikkat yapacağınız konuşma gerçekten önemli ve gerekliyse evet tuşuna basın, daha bu sabah gördüğünüz halanızın oğlunu arayıp abi orada hava nasıl burada yağmur var, ee anlat biraz daha daha naber içerikli bir konuşma olacaksa sakince hayır’a basın” önerisi yapan telefon çıkarın işte o telefona hakkıyla akıllı telefon diyelim. 
  • Yolda sigara içerken kendi dumanlarından kendileri rahatsız oldukları için sigarayı kendilerinden 50 cm uzakta tutup sizin elinizi kolunuzu yakanlar. Ben sigara içmek istesem yetişkin bir insan olduğum için o kararı kendi kendime alabilir ve saç, kirpik, ceket kolu vs kendi kendimi zaman zaman yakabilirdim, almadığıma göre kolumun sigarayla yanmasıyla ilgilenmiyorum demektir değil mi?
Şu an insanlığa karşı sevgi dolu hisleri sel olmuş taşarak kendini aşan arkadaşınızın derin ve uzun incelemelere dayalı gözlemi de şudur ki; dünya çok kalabalık çok  

21.10.12

İnsanın Ömrünü Uzatan Ülke



Bazı ülkeler doğadan torpilli, bütün şehirleri ayrı güzel. Biliyorsunuz bizim çekirdek ailenin %50’si (D olur)öyle bir ülkeden geliyor, İsviçre’den. Haliyle İsviçre’ye ben de torpil geçerim, ara sıra isviçre yazarım.

Fransızlar “1.sınıf gömülme” diyor İsviçre’de yaşamak için. Komşunun komşuyu kıskançlığı deyip geçelim. Aslında İsviçre insanın ömrünü uzatan ülkedir. Her yer tertemiz, düzenli, herkes kibar, saygılı, herşey dakik, organize. Temizlikten insanın başını döndüren hava, göllerde biten sonra tekrar başlayan dağlar, masaldaki şekerden evlere benzeyen evlerle dolu minik şehirler, sakinlik, durgunluk, telaşsızlık, baharda yemyeşil kışın bembeyaz çayırlar...

Her ülkede ev gibi gelen bir yer vardır ya işte benim için İsviçre’de ev Leman gölünün kıyıları, Türkiye’nin yakın tarihinin 2 bilindik ismi Lausanne ve Montreux’nün arasında uzanan üzüm bağları vardır, karşı kıyı Fransa’ya sessizce nispet yapan şahane beyaz şaraplar yapılır o bağlarda. Bağların çepeçevre sardığı minik köyler vardır, köylerin altı göl, gölün karşısı her daim karla kaplı iri kıyım Alpler.

Yaşadığım şehrin adı Vevey idi. Cenevrelilere sorarsan Cenevre gölü, Vaud kantonunda yaşayanlara göre ise Leman gölünün kıyısında oturdun mu kuğuların kanat çırpmalarını dinlersin. Kuvvetli kanatlarını gölde çırpmaya başlarlar, zarif ama iri gövdeleri gürültüyle havalanır etrafa sular sıçratarak. Kuğular güzel hayvanlar ama terslerine gelmemek lazım. İsviçreli çocuklar göllerdeki bütün hayvanlarla saygıyla birarada yaşamayı öğrenerek büyürler. Kuğular da onlardan uzak durur, onlar da kuğulardan. Yalnız lezzetli ekmekleri yemeye gelince kuğular da takmaz mesafeyi. Bir kere alıştılar mı her gün aynı saatte, aynı yerde kahvaltıdan arta kalan çıtır çıtır ekmekleri beklerler. İnsan nüfusu zaten az. Kuğuları bile tanır olursun bir süre sonra. Kuğu grubunun arasına karışmış bir kaz vardı, kendini kuğu sanıyor, nasıl da çirkin sesi, bir yaygara kuğuların peşinde sürekli avaz avaz. Gel de anlat kuğu olmadığını. Neyse ki hayvanlar bizim gibi değil, yalnız kazı kabul etmişler aralarına, hala her gittiğimde görürüm. Yaz gelince gölün etrafı koca bir plaja dönüşür. Çocuklar ve ördekler bata çıka gölün tadını çıkarır.

Minik bir tarihi şehri var Vevey’nin, bir de göl boyunca uzanan yaya bölgesi. Yazın patenlerini, roller blade’lerini alan herkes orada, gölün kenarına yazın masalar atan bar Charlie’s de duraklayıp birer aperatif sonra yine yola devam. Herkesi tanırsın zaten. Marketteki kasiyerle ismen selamlaşır, patenlerin üzerinde duramayıp büyük patronla çarpışırsın. Çarpışan egolar olmayınca hayat daha da güzeldir. Havalar güzel olunca herkes sokaklarda dedim ama dikkatli olacaksın, saat 22‘den sonra gürültü yapmak yasaktır, İsviçreliler çalışkandır, erken yatarlar, erken kalkarlar. Bir de pazar günleri aman ha çim biçmeyeceksin, pazar günleri dinlenme günüdür. Yaşlı, zarif bir hanım vardır, her daim güzel giyimli, aklı hafif gidik, 90‘ı geçeli birkaç yıl olmuş, her görüşünde “siz Portekizli miydiniz” diye sorar, her defasında kırmadan tekrar cevap verirsin. 

Etrafını çevreleyen dağlar dünyayla bağlantını koparmış gibidir. Dünya dursa senin haberin olmaz yaşamaya devam edersin. Her evin nükleer sığınak yapma zorunluluğu vardır, inanırım (tahtaya vur) nükleer savaş çıksa İsviçre’ye birşey olmaz, herkes hazırlıklıdır. Zaten akşam haberlerinde de mühim birşey yoktur, en güzel inek yarışmasını kimin kazandığını seyredersin. O besili güzel ineklerin bol yağlı sütleriyle yapılan çikolataların tadını ne sen sor ne ben söyliyeyim. Seçimlerin konuları ayrı alem, okullarda müzik dersleri artırılsın mı? Yıllık tatiller 6 haftaya çıkarılsın mı (ki buna hayır cevabı çıktı)? Kitap fiyatları ülke genelinde sabitlensin mi? gibi sorular, her gün ayrı dram yaşamaya alışık sana bana tuhaf gelir. Büyük kaygılar, büyük sorular, büyük tartışmalar yoktur. 


İnsanın ömrünü uzatan ülke demiştim değil mi? İnsanlar 100 yaşını orada görmesin de nerede görsün?
   

18.10.12

Mutfak Hayalleri(m) ve Ayakkabılar(ım)

nebati margarin

Paris’teki son yılımıza girdik dedim ya, tabii 4 sene oturdum, oturdum, oturdum, yapmadığım herşeyi son yıla sığdırmak için kuyruğum yanmış gibi koşmaya başladım.

Bir türlü yapamadığım şeylerden biri yemek kursuydu. Fransız mutfağı pek anlı şanlı malum. Buradan sonra taşınacağımız yerde sormazlar mı hangi Fransız yemeklerini yapmayı bilirsiniz diye. Sorarlar. Bari 1 tane fiks yemeğim olsun, gelene gidene onu yuttururum dedim, tuttum Cordon Bleu’nün yolunu.

Şimdi burada aç parantez. Evet tembelim, onun için 4 yıldır yemek kursu arayıp bulmadım ama asıl neden şu ki; ben soğan doğramaktan korkuyorum. O küp küp doğranmış soğanların arasına parmaklarım da karışacak diye ödüm kopuyor. Hiç gülmeyin ben ev ekonomisi dersinden 0 (yazıyla sıfır) almıştım. Ellerime güvenip yapacağım bir işim olsaydı çoktan malulen emekli olmuştum. Düğme dikerken bile yaralanabilirim ben. Bir de soğan soğan olalı böyle ağlama görmemiştir. Ne biçim gözse artık sanki soğanı değil de kendimi kesiyormuşum gibi ağla ağla içim çıkıyor. O gözler sonra 3 gün şiş. Bizim ünlü bir şef arkadaşımız var. Bize kalmaya geldiler her akşam soğan doğrattım adama. Başkası kaz ciğerli ravioli falan yaptırır oysa ki. Neyse “D” evin kapısından soğan girmeyen bir evde büyümüş, soğan dedin mi ailecek vampirmiş gibi odalara kaçıp saklanıyorlar. Ben de o bahaneyle soğanlı yemek yapmıyorum. Ama kalkmışım gitmişim yemek okuluna illa elime soğan verip bunu doğra diyecekler. Onun için biraz tırsa tırsa gittim. Hayalimdeki yemek kursunda böyle herkesin önlükleri, çalışma alanları, pırıl pırıl parlayan yepyeni bıçakları var, şef anlatıyor biz pişiriyoruz falan. Parmaklarımı kesersem diye yanıma sargı bezi, kolonya, yara bandı vs de aldım gittim.Kapa parantez.

Yemek kursu tabii Julia Childs filminin gazıyla gelmiş Amerikalı kadın dolu. Zaten Cordon Bleu de filmden iyi ekmek yemiş belli ki girişte yemek kitaplarının en üstünde Julia Childs yemek kitabı var. Ben Fransız şef olsam çok bozulurum. Neyse ki değilim onun için bana ne. 

Sınıfa girince bir göreyim ki parlayan bıçak, şef önlüğü, herkesin çalışma alanı falan yok. Bildiğin dersane sınıfı. Yan yana ve arka arkaya dizilmiş sağ tarafında yazı yazma tabletli sandalyeler. Odanın en ucunda bir mutfak, bütün Amerikalılar ön sıraları kapmış, kaldık mı arkada. Boyum zaten kısa birşey göremiyorum, o tabletlerin üzerinde yazı yazmak çok rahatsız ve karnım acıktı. Beni sınıf tutar. Ya uykum gelir, ya karnım acıkır ya da kafam dağılır gider. İlkokuldan beri bu böyle. İlkokulda kalemlerime buzpateni yaptırırdım mesela. Hayalgücüm geniştir. Yine de ilk 15 dakika konsantre olmayı başardım. Sonra beklenen oldu. Kendimi zorluyorum aklını ver, bak koca insansın hayal kurma, dinle şu dersi diye ama elimde değil. Türkiye eğitim sisteminin suçu olabilir bu, ders dinlemeyi beceremiyorum. Bana orada yemek değil piramitlerin tüm sırlarını anlatsalar sınıf ortamı olduğu için psikolojik, kafa kayıyor başka şeylere, elimde değil. 

Şef diyor “Sebzelerinizi küçük küçük doğrayın”. Benim iç ses başlıyor konuşmaya: Küçük deyince aklıma geldi şimdi bak, sabah gördüğüm o ayakkabıyı almalıydım, yarım numara küçüktü evet ama esnerdi o, niye almadım, hem indirimde düşürdüğüm kırmızı etekle de çok iyi giderdi, kırmızı eteğin üstüne bir de siyah bir üst bulmam lazım, bu siyah üstü bulmak da kayıp kıta atlantisi bulmaktan daha zor, tanıdığım bütün kadınlar siyah üst arar niye kimse yapmaz ki? Ben modacı olsam sadece siyah üst yapardım, bir de beyaz t-shirt bir de çeşit çeşit ayakkabı. Ama sonra o ayakkabıları satmaya kıyamaz hepsini ben giyerdim. Sanırım ben modacı olsam batardım. Acaba yarın alışverişe mi çıksam, evet evet hatta gidip o ayakkabının 2 ayrı rengini alayım. Bunlar hep yatırım, sonuçta ayakkabı hep lazım, etek almasan olur, pantalon almasan olur başka şey giyersin ama ayakkabı yerine ne giyeceksin, hep lazım, evet evet bir nevi yatırım bu, kırmızı etekle olmasa jeanlerle giyerim, ne ayakkabısı oğlum kendine gel dinlemen lazım adam anlatıyor kafanı ver. 

“...bal ve sirke redüksiyonunu zaten hazırlamıştık....”

acaba saçıma bal rengi balyaj attırsam mı? Ama onu attırmak için İstanbul’a gitmek lazım burada beceremezler, İstanbul’a da kıştan önce gidemem. O zaman saçlarımı mı kestirsem, evet evet yarın gidip uçlarından aldırayım saçlarımın, sonra da ayakkabıları almaya giderim. Bak yine ayakkabı diyorum ya, derse odaklanmam lazım dur kafamı karıştırma 

“...önce sosu sürüp sonra somonları yeşil marul yapraklarına sarıyoruz...”

yeşil dedi de aradığım yeşil küpeleri de bir türlü bulamadım, 3 çift yeşil küpe aldım hala istediğim gibi tam yeşil değil, boncuklarını bulsam kendim yapabilir miyim acaba, salak mısın tabii ki yapamam küpe yapayım derken parmaklarımı birbirine dikerim ben. Karnım da acıktı, pişirdikleri yemekleri verseler de yesek bari sonunda. Dükkanlar kaça kadar açık acaba, olmadı hızlı hızlı yer eve gitmeden önce gider ayakkabılarımı alırım. Benim ayakkabılarım onlar. Yarına kadar başkası alırsa mahvolurum. Kaç dakika pişirdi şimdi bu adam somonu?

Derken ders bitti! Sorusu olan var mı dediler, şey tekrar baştan bir anlatsak diyemedim.

Pişirdikleri yemekleri vermesine verdiler, ama onlarla da serçe olsam doymazdım, bu arada anlattıklarının da yarısını kaçırdığım için elimdeki notlardan da adam olmaz. Artık açıp bir yemek kitabını bunu öğrendim diye yutturacağız yapacak birşey yok, ama soğansız tarif bulmalı ne olur ne olmaz.Zaten dükkanlar da saat 19'da kapanıyormuş. Ama ayakkabılarım ve ben çok mutluyuz.

15.10.12

Sonbaharda Paris


Sonbaharda Paris, sararır, güzelleşir, yumuşar, kendine gelir.

turist kalabalıkları ülkelerine döner, onlardan boşalan yolları tatilden dönen, dinlenmiş, yanık tenli, şık parizyenler doldurur.

herkes kitaplarını alır, kış boyunca uzun uzun kaybolacak güneşin son günlerinin tadını çıkarmak için öğleden sonralarını Jardin du Luxembourg’a, Tuilleries’ye ve diğer her daim çiçekli parklara ayırır.

arabalar, vespalar, “velibler” (bisikletler) caddelere döner, korna sesleri, arada karşılıklı yükselen sinirli ama bağırırken bile birbirine “siz” diye hitap eden sesler duyulur.

okullar açılır, büyükannelerinin “province”deki geniş evlerinden, bahçelerinden küçücük Paris apartmanlarına döner çocuklar, babalarının ellerinden tutup sırtlarında koca çantalarıyla sabahları uykulu gözlerle okullarına gider, öğleden sonraları ise yanlarında Afrikalı bakıcılarıyla parklarda oynarlar.

tüm ağustos kapalı olan kafeler, pastaneler tekrar açılır, işe geri dönmenin huysuzluğuyla patronlar homurdanırken herkesi kıskandıracak eforsuz incecik kadınlar bir ellerinde sürekli tüten sigaraları, diğer ellerinde bol köpüklü sütlü kahveleri ile teraslara yan yana dizilir.

kasım ayı yaklaştıkça grev mevsimi yaklaşıyor demektir, yaz tatili boyunca hükümetten şikayet etmek de tatile girmiştir ama sonbaharda huzursuzlanmaya başlar çalışanlar, ve işe gitmek için -mutlaka greve girecek olan- metroları kullananlar.

restoranların hafif yaz mönüleri, av mönüleriyle yer değiştirir, kasap vitrinlerinden boylu boyunca uzanan tavşanlar üzgün gözleriyle gelip geçenleri süzer.

Aligre pazarının kapalı duran pazar tezgahları açılır, pazarcılar da tatilden dönmüştür, kırmızılar yerini turunculara, çilekler yerlerini balkabaklarına bırakır.

mantar mevsimi gelmiştir. Daha önce hiç görmediğiniz çeşit çeşit mantarlar arasından denemelik hepsinden biraz alırsınız, pazarcınız nasıl yapacağınızı da tarif eder, her mantarın yenişi ayrıdır.

bütün yaz birbirini görmeyen Faslı tezgah sahibi ile yıllardır müşterisi olan arkadaki huzur evinin sakini yaşlı parizyen madam sarılır, kucaklaşır, “sizi çok iyi gördüm Madam”, “aileniz nasıl Mösyö?”.

incecik yazlık elbiseler dolabın en ucuna atılır, trençkotlar çıkar, bir de yağmur botları...

uzun yaz akşamlarının keyifli arta kalanlarını, Seine kenraındaki pikniklerden geri kalan boş şarap şişelerini toplayan çöpçüler bu defa sarı yaprakları toplamaya başlarlar.

yazın gece 11’e kadar uzun uzun aydınlık kalan şehir hergün biraz daha erken karanlığa bırakır kendini.

opera-tiyatro sezonu açılır, sanatsever parizyenler tiyatroların önünde kuyruk olmaya başlar. Sezonun mutlaka görünmesi gereken baleleri, oyunları vardır. Erkenden bilet almak gerekir.

kuaför salonları dolar, bakımlı hoş kadınlar ve erkekler yan yana saçlarını yaptırır.

şarap bardaklarının içini taze ferahlatıcı beyaz şaraplar yerine sıcakkanlı kırmızı şaraplar doldurur.

evinizin karşısındaki parkta ağaçlar yapraklarını dökmeye başlar, yapraklardan perde kalkınca yine komşunuzun evini görmeye başlarsınız, ne gün işten geç dönmüştür, ne gün misafiri vardır bilirsiniz.

müzisyen alt komşunuz uzun tatilinden dönünce her akşamüstü 6’da piyanosundan yükselen güzelim müziği dinlemek için radyonuzun sesini kısarsınız, merdivenlerde rastlayınca “rahatsız etmeye başlayacağım sizi yine” der “rahatsızlık mı? asla! lütfen hep çalın, daha yüksek sesle çalın” dersiniz.

Portekizli apartman görevliniz Portekiz’den dönmüştür, eviniz artık daha güvendedir, bina her sabah yine mis gibi çiçek kokacaktır, postalarınız kaybolmayacaktır.

taş, eski binanız soğumuştur, kaloriferleriniz hemen yanmayacaktır, battaniyenizi salona geri taşırsınız, ah bir de şöminenizi yakabilseniz ne güzel olacaktır, onun yerine elektrikli ısıtıcıyla idare edeceksiniz.

Şömine demişken baca temizliği üçkağıdıyla evlere girmeye çalışan dolandırıcılar da işbaşı yapacaktır, kapıyı “kim o” demeden açmama mevsimi başlamıştır.

Paris her mevsim güzeldir ama sonbahar geldi mi daha da güzeldir. Paris’e en yakışan mevsim sonbahar, sonbaharı en güzel taşıyan şehir de ışıklar şehridir.

8.10.12

Mona Lisa, Louvre, Eiffel ve Ben

ne anladım ben bu uzaklıktaki tablodan

Afrika’da yaşarken tüm arkadaşlarıma yalvardım, ağladım, hepsini tek tek tehdit ettim, tutmayacağım sözler verdim, duygu sömürüsü yaptım...Yine de kimseyi ikna edemedim. Bir tanesi bile ziyaretime gelmedi. Rakamla yazıyorum 0!

Paris’e taşındık. Ne oldu? Hepsi birden geldi. Artizlik yapacak değilim, arkadaşlarım kıymetlidir, evim de evleridir. Ama yani bir taneniz bile mi Afrika’yla ilgilenmezsiniz? Pes yani pes. Bundan sonraki tayinde ödeşiciiz.

Ziyaretçi trafiği çok olunca ne oluyor? Sırasıyla Eiffel kulesi, Louvre müzesi, Versailles sarayı... İddia ediyorum Da Vinci Mona Lisa’nın suratına benim kadar bakmamıştır, 16.Louis de Versailles’da benim kadar vakit geçirmemiştir. Kapıdaki güvenlikçilerle tanışıyoruz artık. Bana özel “frequent visitor” indirimli bilet uygulaması başlatabilirler, yakındır.

Bir yere 4 yıl boyunca haftada 1 kere gidince, o gittiğin yer Versailles olsa kaç yazar. Bir kere görünce vay ihtişama bak, 2.’ye gidince aaa bak ben bunu kaçırmışım, 3.’de doğruya doğru fena yapmamış adamlar, 4728. gidişte üffff hep altın varak hep kristal kapı kolu nereye kadar?

Louvre’da hızlandırılmış turistik gezi parkuru var, A4 kağıtları yapıştırmışlar duvara takip ede ede geliyorsun Mona Lisa, herkesin flaşları aynı anda patladığı için, ve de önündeki kordonu artı meraklı kalabalığı aşamadığın için oradaki resim Mona Lisa da olabilir, annemin yardımcısı Kezban’ın vesikalıktan büyütülmüş resmi de olabilir. Seçemiyorsun. Nerede kalmış dudağın biri aşağıda öbürü yukarıda mı değil mi diye görmek. Sonra yine okları takip ediyorsun Milo’nun Venüsü (bunu kim yapmış diye soran arkadaşım oldu benim). Bu arada sanatla, tarihle alakası olmayıp tamamen Da Vinci Şifresi’nin izini sürmek için gelmiş kalabalıklara takılıyorsun. Ben bunları TV’de dizi seyrederken “gitme oraya gitme. bak yine gitti hiç beni duyuyo mu! Allahın cezası” diye karakterlerle kavga eden yaşlı teyzelere benzetiyorum. Kitap o kitap, gerçek değil. 

Her eserin önünde dura dura gitsen 3 ayda bitecek olan koca Louvre’u 45 dakikada bitirip Eiffel’e gidiyoruz. Eiffel dediğin şeyin ayakta kalmasını yapan adam bile beklemiyormuş. Eninde sonunda demirden bir radyo frekans kulesi, nedir yani bu “ay ne romantik” histerisi bir anlasam. Bir kere senden benden başka 2,350,784 kişi daha var aynı anda kulenin tepesinde. Ağlayan çocuklar, dondurma yiyen turistler, adamlar herkesten 10 euro alsa ne para kırıyodur oğlum diye hesap yapanlar, hediyelik eşya dükkanında histeri krizi yaşayanlar, tutmasaydım düşüyodun eki eki eki diye eşek şakası yapanlar, bin türlü insan var işte, net söylüyorum bana Eiffel’in tepesinde romantizm yapmaya kalkan bir adamı ben oracıkta terkederdim. 

Paris süper romantik şehir evet doğruya doğru ama yani romantik yeri Eiffel değil. Valla bak gelin beni dinleyin. Yeter ayol demirden kuleye tırman tırman ömrümü yedi. Gitmeyin arkadaşım, oturun evde ben size çay demlerim. 

11.9.12

Üzümün Çöpü Şarabın Kokusu


Fransa'daki son yılımıza girdik ya 4 yıldır yapmadığımız herşeyi koştur koştur yapmaya başladık. Fransa demek şarap demek. Ben de "D"ye süper hediye fikri buldum, ikimizi de degüstasyon kursuna yazdırdım. Bizim evde şarap bilen "D", benim iddialı hedeflerim yok, derdim kurs bahanesiyle sabahtan akşama içelim. Dolayısıyla farklı vizyonlarla cumartesi sabahı şarap okuluna gittik.

Biz sınıfa girdik, 3 tane uzun dikdörtgen masa var, karmaşık matematiksel hesaplamalar sonucu en kuytu köşeyi bulup oturdum, "D"yi de "sen buradan daha rahat görürsün tahtayı" diye şeytani bir planla önüme siper ettim. O büyük ben küçüğüm ya bütün gün arkasında usul usul demlenirim. Fındık fıstık bile getirdim çantamda, şarabın yanına çerez yapacağım. Benim planlarımın ne zaman hayal ettiğim gibi tıkır tıkır işlediğini gördünüz? Evet hiçbir zaman. Neyse salon doldu, "D"nin karşısına kafa dengi komik biri oturdu, benim karşıma ise hani öğretmene evden pasta, kek getiren, gözlüklü, heyecanlı, çok çalışkan, rekabetçi tipler vardır ya, hani bir soruya başkası cevap verirken hata yapsa da sıra bana geçse diye tırnaklarını yer bu tipler işte onlardan düştü, büyümüş versiyonu ama boyunu 1,10 hayal et direkt ortaokul 2'de seni örtmene ispikleyen Necati. Gerçek adı tabii Jean Louis ama biz Necati diyelim.

Herkes yerine oturunca sommelier sınıfa girdi. Kendini anlattı falan (ben oraları pek dinlemedim çünkü faşır fuşur yapmadan fındık paketini açmaya çalışıyordum). Derken tadımı yapılacak ilk şaraplar servis edildi. Hepimizin önünde 10 ayrı şarap bardağı var, 10 ayrı Fransız şarabı tadacağız ve tadım kartlarımıza da notlar alacağız falan. Sommelier dedi ki herkes karşısında oturan kişiyle eşleşip tadımları öyle yapacak. Kafamın içinde yüksek desibel alarm sesleri!!! Karşımdaki kişi mi? Ben yanımdakiyle eşleşirim (yani D), o ikimiz adına konuşur ben de boş beleş otururum sanıyordum. D'ye "aaaa ama bırakma beni" diye yılışıyorum ama o ekip arkadaşından memnun, Necati onun kafasına kalmadı tabii.

Ilk şarabı kokluyoruz, sommelier ne kokusu alıyorsunuz herkes söylesin diyor, ben şarap kokusu alıyorum, Necati ormanda mantar topluyoruz ölü yapraklar, dallar vırvır anlatıyor. Ne mantarı ne yaprağı oğlum bildiğin şarap kokuyor. "D"ye bakıyorum çete olalım Necatiyle dalga geçelim diye o da gayet girmiş işin işine sanki uzaktan uzaktan pişmiş marmelat kokusu mu geliyor burnuma falan diyor. Önümde zor birgün var, şarap bana hala gayet şarap kokuyor.

Ilk yudumu alıyoruz şimdi ne tadı var, kim buldu diye soruyor kadın, Necati biz bulduk biz bulduk diye elini kaldırıyor, bulmadık ulan. Sayın bakalım diyor kadın benimki car car sayıyor efendim kırmızı meyveler, tanin, mineral tadı vır vır vır. Bana biri peki ya siz demesin diye gözümü kapatıp düşünüyormuş ayağı yapıyorum, bir yandan da sanki Necatiyle aynı fikirdeymişiz gibi kafamı sallıyorum.

2.şarap servis ediliyor, gözlerimizi kapatıyoruz kokluyoruz, eğer Necati buluyorsa ben de bulurum , uzun uzuuuuun kokluyorum. Yok benim şarap yine şarap kokuyor. Necati'nin şarabı güneşin altında yanan samanlar, turunçgiller, bir tutam badem kokuyor.

Şaraplar ilerliyor her defasında kadın evet hazır mısınız, ne kokuyor şaraplar deyince Necati "biz hazırız, biz hazırız" diye ayağa fırlıyor, değiliz ulan hazır mazır değiliz. Şarap şarap üstüne Necati baharat, ıhlamur, karabiber, büyükbaş hayvan, çiçek kokusu alıyor. Hayır her defasında salladı, şimdi kadın yok artık daha neler diyecek diyorum, her defasında kadın evet aynen böyle harika diyor. Bunda bir gurur bir gurur.

"D"ye kaynama girişimi yapıyorum ama o da derse bir kaptırmış kendini hiç tanışmıyormuşuz gibi davranıyor. Benden utanıyor da olabilir emin değilim.

Uzun lafın kısası "D" harıl harıl notlar aldı, Necati şaraptan şaraba böğürtlen toplamaktan, ezilen çimlerde piknik yapmaya gitti geldi. Benim fındıklar yalan oldu. Sommelier ile göz göze gelmemek için tüm günü gözüm kapalı geçirdim. 9 numaralı şarabı koklarken gözümü o kadar uzun süre kapalı tutmuşum ki rüya gördüm, rüyamda ezilen samanların arasında mantar topluyordum ve uzakta marmelat pişiyordu.

28.8.12

Köpekbalıkları Bizden Korksun

şu dalgaların altında kimbilir neler saklı
Bu aralar bir haber canımı sıktı. Reunion adalarında 2012 başından beri 3'ü ölümlü toplam 8 köpekbalığı saldırısı olduğu için ada turizmi olumsuz etkileniyormuş onun için de efendim köpekbalıklarının başına ödül konmuş. Bu rakam önemli çünkü 2000-2010 arasında oralarda hiç köpekbalığı saldırısı olmamışmış. Reunion biliyorsunuz denizaşırı Fransa bölgesi. Yani avı başlatan belediye başkanı Fransiz, balıkçılara parayı ödeyecek hükümet de Fransız hükümeti. Tabii ortalık ayağa kalktı, Brigitte Bardot protesto mektubu yazdı falan falan.

Köpekbalıklarından tırsmıyor değilim. Yılanlar bir, köpekbalıkları 2. Ödüm kopuyor. Öyle ödüm kopuyor ki Isviçre'de gölde yüzerken bile bacakları ve popoyu kolluyorum. Ama hem korkarım hem yüzerim. Afrika'da yaşarken her pazar gittiğimiz kendimize ait (böyle yazınca kulağa çok havalı geliyor ama gayet iptidai bambularla yarım yamalak çevrilmiş bir yerdi) bir plajımız vardı. 10 kişilik plaj grubumuzla her pazar koşa koşa gider, atlantik okyanusunda atlaya zıpla-rdık çünkü yüzülecek gibi değil çok dalgalı. Gana'nın sahilleri öyle Maldivler falan gibi dibi görünen sular değil, dedim ya çok dalgalı ve de bildiğin kopkoyu kapkaranlık, açıklardaki balıkçıların avlanmaları sırasında yarattıkları kan banyosu da cabası, biz şuursuzca zıplarken kimbilir kaç köpekbalığı kuyruğunu sallaya sallaya bacak aramızdan geçmiştir (yosundur o yosun). Göz görmeyince gönül katlanıyor.

Bir de ne zaman okyanuslu bir tatile gitsek sapır sapır köpekbalıkları saldırıları haberleri çıkıyor. Balayında Seyşeller'de kopekbalığına ara sıcak olan bir adam vardı ya hah işte biz o arada tam Bali'deydik. Adam şnorkel yaparken gitmişti biz de haberi sabah okumuş öğleden sonra şnorkel yapmaya gitmiştik. Herkes balıkları, mercanları falan seyretmiş olabilir ben gayet kafam geride ayaklarımı seyrettim. Çünkü bu eşek köpekbalıkları geldiler mi kafadan bir hamleyle işi bitirmiyorlar, illa bir kol, bir bacak, poponun yarısını götürecekler ki sürüne sürüne öl digerlerine de ibret ol.

Sonra Avustralya'da sörfçünün biri koca okyanusta gitti köpekbalığının üstüne düştü, durup dururken hayvanı kudurttu, hayvan can havliyle ısırdı (ki benim de durup dururken üstüme biri düşse ben de ısırabilirim) işte bu olduğunda da biz Hawaii'deydik. Yine sincap gibi hızlı hareketlerle etrafı kolaçan ederek yüzme tabii ondan sonra, kafan boynun tutulsun.

Bu Reunion olayları başladığında da (artık nasıl bir çelik gibi sinir sahibi adamsa sörfçünün biri tek kol ve tek bacağı köpekbalığına bırakmış yine de yüze yüze sahile çıkmış) biz yazın son deniz tatilini yapmak için Fransa'nın Atlantik kıyılarındaydık. Fransız hükümeti köpekbalıklarına savaş açmış köpekbalıkları da Fransızlara savaş açar mı açar bizdeki şansla. Fransa deniz sahasında anlatamazsın da hayvansever olduğunu ve fransız olmadığını.

Yani uzun lafın kısası evet tırsıyorum. O büyük beyaz yolun şaşırır Marmara'ya kadar yüzer diye de tırsıyorum mesela. Bilimadamları büyük beyaz şu şu denizlerde olur diyor ya bunu büyük beyaza da söylüyorlar mı mesela? Ya hayvan bilmiyorsa? Bir de aslında bizi fokla karıştırıyorlar insan etinin tadını sevmiyorlar diyorlar. Tekrar ediyorum, bu bilgiyi köpekbalığı ile paylaştık mı? Haberi var mı?

Ama yani bu demek değildir ki vay efendim hepsini öldürelim de rahat rahat yüzelim. Reunion'dan biriyle ropörtaj yaptılar mesela tehlike geçmeden denize girmem diyor. Nasıl geçecekse tehlike. hadi o bölgedeki hepsini öldürdün e hayvan yüzüyor oğlum, öbürlerini nasıl durduracaksın? Taşın o zaman göl kenarında bir yere. Senden önce orada köpekbalıkları vardı. Zaten uzmanlar da aynen benim söylediğimi söylüyor. Tabii onlar böyle söylemiyor ama diyorlar ki köpekbalığı saldırılarının çoğalmış gibi görünmesinin sebebi her yıl denize daha çok insan girmesi, gayet istatistiki bir açıklama bence bu. Çıkın oğlum denizden hallahalla gidin şişme havuzda yüzün. Bir de tabii köpekbalıklarını besleme turlarına giden gerizekalılar var -ki onları artık bildiği gibi yapsın- onların yüzünden hayvanlar kıyıya daha çok yaklaşıyormuş. Çok lazım cidden sizin köpekbalığı beslemeniz annenizin karnından indiana jones olarak doğdunuz çünkü. Güvercin mi bu besleyesin? Allahın vahşi hayvanı.

Neyse yani işte 3-5 turist parası gidecek diye Fransızlara hic yakıştıramadım bu işi. Biz ortalikta elimizi kolumuzu sallaya sallaya gezerken biz onlardan değil köpekbalıkları bizden korksun, bitiririz soylarını o olur.

12.8.12

Timsahlardan Balta Girmemiş Yağmur Ormanlarına

bu yagmur ormani aslinda Gana'daki, Senegal'de yasarken laptopumuz calindigi icin Sassandra fotolari kayboldu, fotolarin basilmis hali var ama kimbilir hangi kolide, koliler yerin 4 kat altinda depoda, zaten usenmesem gitsem depoyu dagitsam albumleri bulsam da scanner'im yok, onun icin hadi aratmayin bana depo derli toplu kalsin, D'yle aile krizi yasamayalim simdi guzel guzel otururken
Hikayemizin başını hatırlayalım; Pini, D ve 2 arkadaşları(fiziksel benzerliklerinden dolayı onlara Al Pacino ailesi diyoruz) Fildişi Sahili'nde bir balıkçı kasabasında sakin bir haftasonu gecirme plani yaparlar ve olaylar önce su sekilde gelişir, ve aşağıda okuyacağınız uzere devam eder.

Timsahlarla başlayan maceramız balta girmemiş yağmur ormanlarının derinliklerinde devam edecekti ve bizim bundan haberimiz yoktu. Dediğim gibi rehber/kanocumularımız bizi nehrin kıyısında bırakmış ve buradan dümdüz küçük yürüyün demişti.

Küçük yürüyün dedi ama rehberin kendisi orada doğmuş büyümüş, bizimse ömrümüzde görüp gördüğümüz orman belgrad ormanı, artık hangi doğa insanı genimize güvendiysek biz yine gerizekalı hareketler yapa yapa yürümeye başladık. Hareketleri gözünüzde canlandırmanız için örneklendiriyorum, koşarak birbirimizin sırtında zıplama, omuz atarak diğerini dar patikadan çıkarmaya çalışma, ilerideki ağaca önce kim varacak diye yarışıp anlamsiz yere yorulma gibi... He bir de tabii söylememe gerek yok herhalde yağmur ormanında yürüyüşe gidiyoruz ve yanımızda su yok! 


Yağmur ormanında kaybolmayan varsa aranızda durumu şöyle anlatayım; hava o kadar nemli ki nefes alıp verirken ağzınızdan çıkan havayı 3 boyutlu olarak görebiliyorsunuz, kalın bir ter tabakası insanın derisine yapışıyor, nefes alırken burnunuzun dibinde bir duvar var gibi, ağaçlar öyle yüksek ki tepelerini görmeye çalışırken dengeyi kaybedip sırt üstü düşme ihtimaliniz çok yüksek, içerilere girdikçe ağaçların sıklığından güneş ışığı da giremiyor, sürekli nem ve ıslaklıktan ağır bir küf kokusu...


Küçük yürümenin ilk saatinde patika yol çamura dönüyor, bastıkça bileklerimize kadar cörk diye çamura giriyoruz, bastığımız yerde ne tip mahlukatlar olduğunu bilmek istemiyoruz, bir düşünsenize o çamurun içinde cirit atan yaratıkları, ıyk!


Yürüyüşün 2. saatinde -artık herkes birbirinden nefret ediyor ve birbirini bir daha ömrü boyunca görmek istemiyor haldeyken- karşıdan bir kadın görünüyor, kafasında kocaman bir kap taşıyor, elinde de kocaman bir pala var. 4'ümüz birden heyecanla bakar mısınız diye hem zıplayıp hem bağırıp kadına doğru hamle yapınca kadın korkup gerisin geriye koşmaya başlıyor, kadın koşuyor biz kovalıyoruz, bu arada herkes aynı anda bağırdığı için kadın bizi anlamayıp hızlandıkça biz peşinden... 


Sonunda kadıncağız çamurda kayıp yere düşüyor, bizim yüzümüzden baştan aşağı çamura bulanmış ama hala sürünefek kaçmaya çalışıyor, hepi topu yol soracağız ama durum öyle absurd bir hal aliyor ki bu sefer de D ve arkadaşımız Al Pacino sürünmeye çalışan kadını ayaklarından yakalamış kaçmasın diye uğraşıyor, ben ve Al Pacinonun karisi ise "yakaladık, yakaladık" diye bağırıyoruz, sanki amacımız oymuş gibi. O anda birileri gelse ve bizi görse hayatta inanmazlar yol sormak istediğimize, zaten elimiz yüzümüz çamurla karışık ter, nemden saçlar kabarmış maymun gibi birşey olmuşuz, yetiyiz desek inanır insanlar, mağaradan az önce çıkmışız da evrimimizi tam tamamlayamamışız gibiyiz. Deli gibi bağırıp da yolu sormayı becerene kadar kadın bizimkilerin elinden kurtuldu kaçıyor, kalıyoruz yine ormanda tek başına. 

İçimizden biri evrimini tamamlıyor, ve beynini kullanmayı başarıyor, kadının geldiği yöne ayak izlerini takip edelim diyor. Nasılsa çamur ya çok zor olamaz. Kadının ayak izleri, ne olduğunu asla öğrenmek istemediğimiz irili ufakli başka ayak izleri vs takip ede ede sonunda bir afrika köyüne ulaşıyoruz, çalı klübeler o an gözümüze 5 yıldızlı otel gibi görünüyor. Ve fakat köye girmemizle meydanda toplaşmış bütün çocuklar ağlamaya başlamasın mı? Çocuklar köyden henüz hiç çıkmamıs tabii, e haliyle afrikalı olmayan kimseyi de görmemişler, biz de o an zaten pek insana benzemiyoruz, çocukların beyaz adamla ilk tanışması çok travmatik bir tecrübe oluyor ama muhtemelen ilerleyen günlerde anneleri yemek yedirmede hiç zorlanmamıştır, bitir yemeğini yoksa seni ormandan çıkan korkunç tiplere veririm!!! 

Sen tarzan ben Jane kivaminda cumlelerle derdimizi anlatiyoruz. Köyün gençlerinden biri hayrına son model bir cep telefonu çıkarıp! otelin numarasını arıyor, nasıl pislik içindeysek köylüler bize pek dokunmadan su falan veriyor, avrupalilari cok guzel temsil ediyoruz, otelin arabası gelip bizi alıyor ve "küçük" yürüyüşümüz sona eriyor.


Otele gidince otelin sahibiyle ne kadar sevgi dolu ve seviyeli bir iletişim kurduğumuzu tahmin edebiliyorsunuzdur. Otelin sahibi ise bize şu cevabı veriyor: " a o yol o kadar uzun mu sürüyormuş, ne bileyim benim hiç ilgimi çekmemişti hiç gitmedim!"   




10.8.12

San Andrea'dan Sassandra"ya


Malum sebepten bu hafta aklıma Afrika düştü. Siz benim zahmetsiz seyahatler dönemime denk geldiniz, her zaman böyle değildi. Afrika'da seyahat ederken blog falan yoktu, ama biz yine sehayat etmeden durmuyorduk.

Abidjan'a yeni taşınmıştık, ta İstanbul'dan tanıyıp aynı anda oraya taşındığımız pek kafa dengi İtalyan arkadaşlarımız var. Hepimiz Afrika'nın acemisiyiz. Nerden duyduk bilmiyorum, Sassandra'nın plajları çok güzel dedi birileri, biz de dünden hazırız hemen haftasonu için planlar yapıldı.

Sassandra, Gine körfezi ve Gaoulou milli parkı arasında bir balıkçı şehri ( hatta daha çok ıstakozculuk şehri demeli), 40 bin kişi yaşıyor, 1471'de portekizliler keşfetmiş, adını San Andrea koymuşlar, zamanla Sassandra olmuş. Milli park dedigime bakmayin kocaman bir yagmur ormani.

Abidjan, Sassandra arası 231 km. Yakın da üstelik ne var ki. Birkaç kişiye de sorduk "küçük uzak" dediler, Afrika'da acemilik günlerimiz ya bu "küçüğü" gerçek anlamında kullanıyorlar sandık. Şehirden çıktıktan sonra 5 dakika içinde gerçeklerle yüzleştik;

1. Mesafe kısa ama yol asfalt değil, asfalt olan yerler ise boydan boya çukur
2. Her 10 km'de bir polis barikatı-asker barikatı var. Ülke sivil savaşta, tamamen ortadan 2'ye bölünmüş, askerler sarhoş, barikatlarda durup camı indiriyorsun önce kimlik kontrolü sonra bira parası soruyorlar, bunlar konuşulurken omuzdan sarkan kalaşnikof -afrika'nın her yerinde istisnasız en çok bulunan şey- burnunuzun ucuna değiyor. nasıl tatil diye gözümüz döndüyse artık.

4 saat sonra bizi otele götürecek sapağa vardık, ondan sonra yol yokmuş meğer, toprak patika, aylardan ekim, Fildisi Sahili'nin kucuk yağmur mevsimi zamani, yagmurlardan o toprak patika da olmuş 3 boyutlu topografik harita, bavulları çeke çeke yağmur ormanının içinden geçecek değiliz elbet, arabanın altını bırakır mıyız acaba diye diye bir 2 saat daha, bağırsaklar bir noktada midenin etrafında fiyonk oluyor, sonunda vardık. 


Değer miymiş değermiş! Önümüz açık okyanus, plaja kurulmuş 5 tane bungalov var, dalgalar balkonunuzun önünü yalıyor, arkamız yağmur ormanı, dev ağaçların yaprakları çatıya değiyor, açık havada bir restoranı var otelin, balıkçılar tuttukları balıkları, istakozlari getirip satıyor, denizin tuzu tabağınızda, otelin sahipleri bir fransız çift, Afrika'nın böyle ücra köşelerine yerleşen yabancilarin genelde şaibeli hikayeleri oluyor, hikayelerini sormuyoruz, zaten onlar da çoktan Afrikalı olmuşlar. 

Ülkede iç savaş var ve yabancıları direkt tehdit ediyor ya herkesin birbiriyle sürekli irtibatta olması tembihli, her an herşey olabilir, bizden önce 3 acil tahliye yaşamışlar, şakası yok. Onun için telefonlara bakalım diyoruz ve ilk sürpriz tabii ki telefonlar çekmiyor. Zaten çekmesi anlamsız olur okyanus dedim, yağmur ormanı dedim ama işte hepimiz şehir çocuklarıyız ne bilelim.
    
Gündüzün romantik yağmur ormanı, ağaçlar camlara değiyor falan hisleri hava kararınca kalmadı tabii, kapkaranlık, telefonlar da çekmiyor, yılan mı girer, aslan mı iner, panda mı vardır yağmur ormanında ne hayvanı vardır ne bilelim, hoş aslan gelse telefon çekse ne olacak o da ayrı. Neyse aslan gelirse önce kafamı yesin de barı birşey hissetmeden küt diye gidelim diye dua edip uyudum uyandım sabahı ettim.

Otelin sahipleri Afrika'nın buralarında aslandı, fildi kalmadı merak etmeyin he ama yılan vardır tabii diye içimize su serpti! Kahvaltıdan sonra nehirde kano gezisi yapıp iç bölgeyi görmek ister miyiz diye sordular, kanoyla nehirde gezip sonra bir noktada inip "kucuk" bir trekkingle geleneksel bir köye varacakmışız, otelin arabası bizi oradan alırmış. Istemez miyiz hic? Şahane fikir diye önce fikre sonra kanolara atladık. 



Kanolar yukarıdaki resim gibi, ince uzun pek elegan, yerliler ağaçlardan kendileri yapıyor, 2 kanoya pay olduk. Yerli halkin geleneksel muhendislik becerileri, bu kanolarin asla batmayacagi devrilmeyecegi konularinda cok bilmislik yapa yapa yola koyulduk. Nehirde yapılabilecek bütün gerizekalı hareketleri yapıp çok eğleniyorduk, işte birbirini ıslatma, diğer kanoyu devirme çalışmaları, bacaklar suyun içinde, kafa suyun içinde gitme, kanonun içinde tek ayak üstünde dengede durma oyunu gibi... Nehrin ucuna doğru kanoyu kullanan rehberimize bu nehirde ne balıklar var diye sorduk, saydı saydı balık cinslerini çok tanırmışız gibi en sonunda da bir de timsahlar var tabii dedi! Neeeee? Timsah mı? Oğlum ben 45 dakikadır kafam suda gidiyorum niye daha önce söylemiyorsun timsah olduğunu!!! E nehir bu, nehirde timsah vardır, biliyorsunuz sandım dedi! Benim tanıdığım nehirlerde yoktur. Ben tanidigim nehirlerde boyu elimi gecen balik bile yoktur. Kanocu anlamadi, icinde timsah olmayan nehir olmaz dedi. Kültür şokunun ilk ölümcül örneğini verebilirdik. Yolculuğun bunu takip eden kısmında tabii ki hepimiz ellerimiz ayaklarımız kanonun içinde kıpırdamadan oturduk ve devrilmeyecegine sonsuz inancimiz olan kanolara daha bir supheyle bakmaya basladik.

Derken "küçük!" yürüyüş kısmına geldik, kanocular bizi bıraktı, burdan dümdüz "küçük" gidin köyü bulun dedi....

O patikada bizi neler bekliyordu, küçük yürüyüş ne kadar sürecekti, otele dönünce az kalsın kim katil oluyordu, bunlar ve daha bir çoğu yarın extra bagaj'da...

5.8.12

Bazen Gider Dostlar...


Yakında 10 yıl olacak, yolculuğa çıktığımız. Yol hikayeleri minyatür hayat hikayeleri. Her zaman mutlu hikayeler olmuyor. Bu hafta yolculuğun bir etabında bize eşlik eden bir dostumuzu kaybettik.

Yokluk dostlukları daha kıymetli demeyeyim ama daha farklı oluyor. Arlette bizim yokluk dostumuzdu. Gana'da 4 yıl birbirimize dayandığımız dostlardandı. Bizim evi su bastı bütün havlularını ve komşuları toplayıp bize koştu, onun kocası ölümden döndü hastaneye biz yetiştirdik, biz bir minibüsle kaza yaptık yardıma onlar koştu, minibüsün yolcularını Arlette kendi arabasıyla evlerine dağıttı, havaalanına hep birbirimizi taşıdık, D'nin sürpriz doğumgünü hazırlıklarını ben onun evinde sakladım, onun kocasının sürpriz doğumgününe biz kalktık paris'ten gittik, D seyahat etti yalnız kalmamam için her akşam şaraplarını alıp benimle oturdular, onun beli ağrıdı zahmetli alışveriş turlarını ben yaptım, buzlu cam kapılarımız birbirine açıldı, balkonlarımız birbirine baktı, bazen birbirimizden sıkıldık kapıları açmadık, onun annesi öldü beraber ağladık, üvey oğlu tutuklandı Gana'daki karakolu beraber ayağa kaldırdık, sonra çocuğu onun hışmından bizim evde sakladık, diplomatik kuryeleriyle olmayacak şeyler getirttik, birbirimize çikolatalar taşıdık, o İstanbul'u benim ağzımdan sevdi, sonunda İstanbul'a taşındı. Dedim ya yokluk dostlukları başka oluyor, daha çok paylaşıyor insan.

Güzel şeyleri severdi benim arkadaşım, şampanya baloncuklarını severdi, tanışma hikayemizi şen kahkahası şampanya baloncuklarına karışarak anlatırdı. Evlerine taşındıkları ilk gün, koliler üst üste yığılıyken bizim kapıyı çalmış, "evde oturacak sandalyem olmayabilir ama şampanya plastik bardakla içilmez bana 2 kadeh ödünç verir misiniz" demişti. Sıcak iklimleri, rengarenk taze cicekleri, güzel adamları, belçika çikolatasını, renkli ojeleri, lezzetli kahveyi severdi - yolculuklarına yanına kahve makinasını alıp çıkardı-.

Çok erken ayrıldı aramızdan, hepimizi çok şaşırttı. Gittiği yerde kahkahaları şampanya baloncuklarına karışan iyi insanlar, hep taze cicekler, renkli ojeler, güzel adamlar, lezzetli kahveler ve annesi onu bekliyordur umarım.

26.7.12

Pini'nin Cektikleri

Dudu, BanuEfe, Sevda, Ani, Babam ve Teyzos bakabilir cunku dunki uzuuun yaziyi bir tek onlar okuyup bitirmis! Yok oyle okumadan resimlere bakmak, hadi bakalim once bir onceki yaziya, bak dinliyor mu beni? sana diyorum hoooop


 



Italya'nin Focasi, Savelletri

siesta zamani kimseler yok

guzel sokak isimli guzel sehirler

iste bunlar sassiler, Matera

bunu ceken Pini degil tabii D. isigi tutturamamis olabilir napalim

rengarenk vespalardan daha italyan ne olabilir?

capo vaticana'nin denizi dedigim kadar var di mi? ben bunu cekerken biz aslinda kaybolmustuk

Maratea'yi kapisina boyle koymus birisi



Maratea'ya kollarini acmis Isa

manzarasi da guzel hani

o kivrilan seyler yollar evet


Amalfi uzaktan cok guzel

buradan gonderdigimiz kartpostallar bakalim gelecek mi?

sms gondermemenizi tavsiye ettigim yollar boyle yollar

Burasi da Positano hala Amalfi'deyiz



gemiye benzemiyor mu?

Ravello, burasi bir ingiliz lordunun eviymis, artik otel, benim evim olsa ben biryere kipirdamazdim, belki sizi davet ederdim bilmiyorum henuz

terasimizdan Sorrento

gunesi son kez Sorrento'da batirdik