28.12.10

Simdi Hava Durumu...

Istanbul’da kardan yolların kapandığı, işten eve yürümek zorunda kaldığımız günleri yaşamadım değil. Bilen bilir üstelik bizim evin yeri rüzgarlı bayır olduğu için ne zorluklar çeke çeke yaşadım. Namussuz kar hep de nedense iş yerine ulaştıktan sonra başlar, iş tatil olur ama biz eve dönene kadar sefillerin Türkçe versiyonunu çevirirdik.

Neyse sonra Isviçre’ye taşındım. Bir organizasyon, bir düzen öyle böyle değil, Katrina kasırgası gelse korkar geri kaçar. Kar düşer düşmez hemen birileri temizliyor, yollarda izi kalmıyor. Otoyollarda trafik falan ne gezer zaten herkesin kar lastikleri aslanlar gibi takılı eski usül zincire falan ihtiyaç yok. Bir de herkes araba kullanmayı biliyor, adım başı yan yatmış araba olmadığı için trafik tıkışmıyor vs. Yurtdısına çıkmıs her Türk gibi ben de dedim ki “ Avrupalı bu işi çözmüş”(o zaman daha Fransa'da yasamamıstım tabii). Bu arada konumuzla ilgisi yok ama Isviçre’de evlerin bomba sığınağı olması zorunluluğu var. Dağlara taşlara bir nükleer saldırı olursa bir tek Isviçreliler kurtulur söyliyim. Tabii radyasyondan geberik dünyada kurtulacaklar da ne olacak o apayrı bir konu. Ama yani birileri ayakta kalıp « hohoytt nasıl gösterdik günlerini » ya da halk diliyle “en son kim koydu!!”diyecekse onlar Isviçreliler.
Neyse Isviçre'den sonra Afrika’ya taşındık. Orada tabii kardan, tipiden uzak tropikal güzel bir hayat var. Yağmur mevsimi 2 aya yakın sürüyor, hava biraz serinliyor ama artık ondan da şikayet etmek ayıp olur yani. Afrika’da insana bir şımarıklık geliyor sıcak havadan şikayet ediyorsunuz. Her Pazar bütün arkadaşlar toplanıp plaja gidiliyor (blogun en üstündeki fotoğraf bizim Gana’daki plajımız) yine de “ay bu ne sıcak yahu valla bıktım usandım”. Al sana işte Allah böyle çarpar adamı Fransa’da bir kış yaşatarak…
Ve 5 yıllık tropik terlik, şort, mayo hayatından sonra kendimizi Paris’te bulduk. Ilk zamanlar kışlık kıyafetlerimize kavuşmak iyi geldi. Zaten Avrupa’nin göbeğindeyiz kim korkar hain kardan. Kooooskoca Avrupa Birliği, kara falan da çözüm bulmuşlardır şüphesiz. Isviçreden de idmanlıyım ya umrum değil kar yağsın, sel bassın. Amma velakin bu kış acı gerçekle yüzleştim. Gerçekleri açıklıyorum arkadaşlar. Fransa bir Avrupa ülkesi falan değil. Bildiğiniz Akdeniz ülkesi. Sarkozy boşuna çırpınmıyor demek « Akdeniz Birliği kuralım da kuralım” diye. "Avrupalılar duruma uyanmadan biz kendimize bir birlik uyduralım" diyor zaar. Burada kar yağdığı zaman metro bile duruyor çünkü. Üstelik de öyle Almanya’daki gibi lapa lapa falan değil, 2 pinçik kar atıştırınca hayat felç. Geçenlerde bir iş çıkışı kar yağdı, insanlar otoyollarda geceyi geçirdi. Havalimanı deseniz ayrı bir felaket hala 2 hafta önce kalkmayan uçağını bekleyen perişan yolcular var. Uçağı kalkanların da valizleri kayıp. Üstelik de tam noel, yeni yıl sırası. Metro çalışmıyor çünkü sürücüsü işe gelememiş kardan. Otobüsü zaten unutun. Kimsede kar lastiği yok Isviçre’deki gibi. Bir de Parislilerin araba kullanma yeteneğini ekleyin alın size kaos.
D” ve ben pamukların evinden noel dönüşünde 24 saat mahsur kaldık. Cünkü öndeki tren bozulmuş ve onu takip eden diğer trenler onun arkasında takılı kalmış. Sonunda arkadaki trenler içlerinde yolcularıyla Paris’e geri dönmüş yani bize tren falan gelmiyormuş. Yalnız bunu bize söylemeleri 4 saat aldı. O 4 saat süresince aldığımız tek bilgi panoda yazılan “Paris treni belirsiz bir süre için rötarlı”. Belirsiz süre 24 saat olunca panoya güvenip de beklememekle akıllı bir karar almışız!
Biz orada mahsurken Fransa’nın kuzeyinden güneye Nice’e giden bir yataklı tren de yolculuğunu 30 saatte tamamladı. 30 saatte Papua Yeni Gine'ye gidilir kardeşim bu ne. Önce kondüktör işe gelememiş (söylemiştim değil mi?) mevcut kondüktör de mesaim bitti diye duraklardan birinde trenden inip evine gitmiş. Sonra neyse bir kondüktör bulunmuş ama bu sefer de tren bozulmuş. Içinde 600 yolcu ama sadece 300 kişilik yemekle tren bozula bozula tıngır mıngır hala seyahat ediyordu dün akşam. Bu arada anlayamadığım bütün gazeteciler treni canlı takip ediyordu ama niye acaba kimse dışarıdan sefil olmuş aç kalmış yolculara yemek veremiyordu?
Cuma günü havaalanını kullanıp tatile gideceğiz. Onun için ben bugünlerde emekli amcalar gibi sürekli her kanalda hava durumu takip ediyorum.
Neyse anlayacağınız ben Istanbul’un karına kışına kurban olayım be! Hiç olmasa kahraman bir minibus şoförü –karda kullanmayacaklarsa neden aldıklarını anlamadığım- koca jeep’leriyle yollarda mahsur kalmış hemşehrilerimizi kurtarır.
Bu sene sizin keyifler iyi yalnız facebook statuslerine bakınca hep bir « heyyoo ilkbahar geldi, kutup ayıları da kimmiş biz keyfimize bakalım » durumu… Bizim Fransa’daki durumumuz ise kutup ayılarından hallice.

22.12.10

Noel Hakkinda Hersey...

 Su Hollywood filmlerinin gözü çıksın. Onların yüzünden ormanda vs her an sapık bir seri katil çıkabilir diye yürüyüş falan yaparken arkamıza bakma manyağı olduk. Bir de onların yüzünden noel’i şöyle birşey sandık ; bahçesi bembeyaz pamuk karlarla kaplı evde şömine harıl harıl yanar, evin tavani kadar yüksek bir noel ağacının altında dizi dizi kocaman hediye paketleri sıralıdır. Bütün ev halkı sabah yüzlerinde güller açarak uyanmıştır. Herkes uzun yumuşacık kazakları, rahat kot pantalonlarıyla mutfakta yemeği hazırlamaya yardım eder. Yemek de yemektir hani o nasıl nar gibi kızarmış bir hindidir. O hindi keserken de dağılmaz ayrıca. Herkes gün ve gece boyunca güle oynaya şakalaşarak yemek yer, oyunlar oynanır. Bir mutluluk bir mutluluk... Dong film bitti gerçek hayata dönelim. Öyle bir aile ve öyle bir noel yok arkadaşlar. Varsa söyleyin topluca nüfuslarına geçelim şöminelerinde kestane patlatırız hep beraber . Noel hakkındaki gerçekler şöyle ;
Evet kar yağmış ve evin etrafı bembeyaz olmuştur ama o karı garajın girişinden kim atacak ve yolu açacaktır genelde ilk tartışma böyle çıkar. Evde şömine vardır var olmasına da evin annesi çok tütüyor, perdelerini sarartıyor diye şömineyi kullanıma 20 yıl önce falan kapatmıştır. O kocaman noel ağacı evin kapısından girmez onun için de mümkün olan en cüce noel ağacı alınmıştır. Zaten ağaç kapıdan girseydi bile iğneleri çok dökülüyor diye yine evin annesi kıyameti koparırdı. Öyle ailecek mutfağa falan girilmez. Siz mutfağında ayağının altında bir sürü ıvır kıvır insan dolaşmasına izin veren kaç kadın gördünüz? (varsa haber verin de arkadaşlık etmiyeyim mutfakta yardım edeceksem ne anladım yemeğe davetli olmaktan?) Zaten bu saatten sonra noel mönüsüne heyecanlanmak da kalmamıştır. "Üfff bu sene ne pişirsek?" geleneksel stresinin ardından genelde her sene aynı mönü hazırlanır. Pişirme gerektirmediği için başlangıç ya somon füme ya da kaz ciğeridir. Hindi mindi yoktur. 7 saat kim bekliyecek fırının başında? Zaten o hindi keserken liğme liğme olur hiç de güzel gözükmez. Noel hediyesi geleneği de 15 sene önce aile meclisi ortak kararıyla ortadan kalkmıştır. "Her sene her sene ne hediye alacağımızı bilmiyoruz çok anlamsızzzzzz". Ama mutlaka aileye yeni giren bir saftirik (bkz bu satırların yazarı) gaza gelip ilk noel’inde herkesi hediye manyağı yapar. Ilk noelim çekirdek aile dışındaki aile fertlerinin de davet edildiği bir noeldi.”D” nin tek kuzeninin o zaman 3 yaşında bir çocuğu vardı. Hala var da 3 yaşında değil tabii artık. Neyse ben çocuklar ve vurmalı müzik aletleri konusunda tecrübeli olmadığım için tutup çocuğa bir oyuncak müzik aleti getirmiştim (aileye yeni giriyorum yağ çekeceğim tabii). Noel gecesini beyin püresi olarak tamamladık haliyle. Benim suçum olduğundan süpheleniyorum, ailenin o kısmı ilerleyen yıllardaki noel yemeklerine bir daha davet edilmedi. Noel günü, gecesi bütün gün aynı evin içine hapsolmuş yetişkin aile bireyleri arasında mutlaka gerginlik çıkar, herkes birbirine laf sokar, eve gidince karılar kocalarını yer. Iyi niyetle oyun oynanmaya mutlaka çalışılır ama ya biri oyunu bir türlü anlamaz ve herkesi sinir eder ya da fazla akıllı geçinen bir bacanak, bir eniste falan birileri sürekli hile yapar yine herkesi sinir eder.
Simdiye kadar bir sürü ülkede noel geçirdim. En havaya girilemeyeni Afrika’da geçirilenler haliyle. Sıcaklık 45° ve zavallı süpermarketin güvenlik görevlisine hatır hutur kumaştan noel baba elbisesi giydiriyorlar, bir de Afrikalı adamcağıza –gerçekçi görünsün diye- beyaz sakal takıyorlar. Al sana noel baba. Adamcık o keçe elbisenin içinde sıvı kaybından can verecek, ne o 3-5 avrupalı bebeye noel atraksiyonu yapılsın! Bir de Afrika'da eylül ayından itibaren herhangi bir hizmet karsılıgı sizden bahsis koparabilecek bütün is kollari "Madame mutlu noeller" demeye baslıyor. Sitenin güvenlik görevlisi kapıyi açıyor "Madame mutlu noeller". Trafik polisi yolu kesiyor "Madame mutlu noeller". Dilenciler bile "Madame mutlu noeller". Kardesim siz noeli hicri takvime göre mi kutluyorsunuz aylardan daha eylül!!
Isviçre’de noel günü yalnız olanlar için çok depresif. Heryer ama her her heryer kapalı. Herkes evinde ailesiyle. Ailesi olmayan da kısa yoldan bileklerini kessin o zaman. Yalnız bu dediğim acı ama gerçek noel zamanı intihar oranları yılın en yüksek rakamlarını buluyor. Bence bir kanun çıkmalı her aile; ailesi olmayan bir kişiyi evine almalı noel günü. Hani noel böyle sevgi, kardeşlik falan günü ya o bakımdan…
Bizim ailenin noel kutlamaları dogal olarak "D"nin anne ve babasının evinde. Onların isimleri Pamukbaba ve Pamukanne. Pamukların evinde noel kutlamaları laik bir ortamda geçiyor. Öyle 4 hafta önceden her pazar bir mum yakmak, Isa'nın dogumunu canlandıran kresler almak falan yok. Dolayısıyla bunları sormayın bilmiyorum en fazla kafadan atarım o da ayıp olur. Yalnız pamukların evinin de noel kuralları var. Asla ve asla noel ağaçlarına plastik ışık asılmıyor örnegin. Gerçek mumlar takılıyor. Geçen sene bir izzet bir ikram ilk defa noel’i bizde Paris'te kutladık. Günlerce her sorduğum satış görevlisinin “dünyadan habersiz yabancı” bakışları altında ağaca mum takacak bir düzenek aradım. Meğer burda yangın tehlikesi yüzünden onu yasaklayan bir kanun varmış iyi mi ? Az daha noel’i gözaltında geçirecektim.
Neyse uzun yazdım yine dayanamadım bana müsade noel’i geçirmek üzere pamuklara dogru yola çıkıyoruz. Dönünce görüşürüz…

PS: Yukarıda yazdığım çocuksuz ailelerin noelidir. Sonra kızmayın vay efendim bizim evde öyle degil diye. Eminim ki çocuklu aileler böyle kutlamıyor, çocukları hediye manyağı yapıp sonuna kadar şımartıyordur onları tenzi ederim J

20.12.10

5.ve Sonuncu Günlük...Bu Türk'ü Savastan Kim Kurtardi?

Fransiz askeri üssünde kurtulanlar
Aman tanrım !aman tanrım ! aman tanrım! Tamam sakin ol, sakin düşün, acil durum sırt çantasına ne koyulur?!!! Aklına gelen ilk 3 şey çabuk çabuk çabuk.
Simdi sizin aklınıza ne geldi bilmiyorum ama benim aklıma şu sırayla şunlar geldi:
-          Epilasyon cihazı
-          Parfüm
-          Fotograf albümü
Ve ben bu aklıma gelenleri aldım. Ilk 3 şeyden sonra en sevdiğim fincanım da geldi aslında mesela ama “D” çok kızdı. “Sen ne yapıyosun ? Biz belki evin çatısından helikoptere atlıycaz helikopter tam inmeden. çanta öyle doldurulur mu” dedi. "D"nin beni Lara Croft sanması gururumu oksadi tabii ama çantam olmadan da havada asılı duran helikoptere atlayamam sanirim.
O anda güvenlik müdürü geldi. Hepimizi (yaklaşık 50 aile) önce şirkete, oradan da minik bir minibüsle hiçbir ışıkta durmadan yola kurulan barikatları yara yara göstericilerin merkezinin ortasında bulunan ama havalimanına biraz daha yakın bir otele getirdiler.
otelden tahliye iste böyleydi
Iste otele vardığımız anda çantamın içeriğinin anlamsızlığının şuuruna vardım. Epilasyon cihazı ve parfüm mü ??? Insanın aklına hiçbirsey gelmese telefonun sarjı falan gelir di mi? Ama fotoğraf makinesini almayı hatırlamısım. Artık helikopter beni atlayamadığım için bırakıp giderken ben de arkadan resimlerini çekerim.
Imdadıma Faustain yetişti. Cep telefonumdan aradı ve « Madame P iyi misiniz? Nasıl yardımcı olayım size? Size alıp bizim evde saklayım burada beyazları aramak akıllarına gelmez » dedi. Yemişim mesafeyi. Insanlara insan gibi davranırsanız onlar da size insan gibi davranıyor işte. Amma da "naïf salaklar" falan demiyor kimse. Dedim ki “Faustain şimdilik güvendeyiz, evinize gelip sizin de başınızı derde sokamayız ama eğer tehlikeli olmazsa bizim eve gidip bana bir küçük çanta hazırlayıp bana getirir misin? Detaya girmeyeceğim ama çok anlamsız bir çanta yapmışım da” Bu noktada çanta isteme rahatlığımın sebebi diğer ailelerin koca samsonite bavullarla geldiklerini görmemdi ki tahmin edersiniz bu konuyu hala her fırsatta “D”nin kafasına kakıyorum!
Faustain koşa koşa bana bir çanta hazırladı ve de otele getirdi. Süper di mi? Tabii! Problem şu ki; Faustain bir erkek. Afrikalı bir erkek. Ve Afrikalı erkeklerin kadınlar için beğendikleri kıyafetler, nasıl desem pek “çöl şahini operasyonu” için uygun değil. Epilasyon cihazımın yanına şimdi de siyah uzun bir gece elbisesi, kırmızı topuklu ayakkabılar, altı başka üstü bambaşka bir bikini, nereden bulduğunu-mu bilmediğim pullu bir üst, mor bir eşarp, baska bir çift –bu defa dore- topuklu ayakkabı…eklendi. Hakikaten tahliyeye hazırım. Hiçbirşey olmasa tahliye sırasında palyaço olarak işe yarayabilirim!

Kafile yola çikar
Bu otelde 4 gün daha tahliye sıramızı bekledik. Hepimize telsizler dağıttılar ve otel ateşe verilirse çatıya kaçmamızı ve eğer şanslıysak!! helikopterlerin zamanında geleceğini söylediler. Bu arada bütün otel personeli Fildişiliydi ve bütün olanlar için çok çok üzülüyorlar hepimizden tek tek özürler diliyorlardı. 4 gün daha kıyafetlerimiz üzerimizde, kulağımız dışarıdan gelen gürültülerde uyumaya çalıştık. Faustain hergün geldi ve bizimle oturdu. Son ana kadar ne olur ne olmaz diye zorla yanında dursun diye vermeye çalıştığımız parayı almadı. Tahliye edildiğimiz son an “istemiyorsan sen dokunma ama ben bunu karına gönderiyorum bu 2 kadin arasındaki bir mesele sen karışma” diye eline tıkıştırdım. “Ben bu paranın santimine dokunmayacağım hepsini karıma vereceğim sizin adınıza bir gün geri geldiğinizde onunla öd
eşirsiniz” dedi. Ben Fildisi Sahili’ne bir daha hiç dönmedim.
resimleri kamyonun brandasindan elini cikarip "D" cekiyor

O sabah fransız askerleri bir konvoy halinde bizi tahliyeye geldi. Otelin lobisi bir anda "Black Hawk Down" setine döndü. Hepsi bir ağızdan « move, move, move!! » diye bağırıyordu. Dışarıda beklememiz yasaktı çünkü kalabalığın dikkatini çekersek ve çatışma çıkarsa ortalık ciddi ciddi kan gölüne dönerdi. Ben selvi boylu değilim. Askeri kamyonlar da maalesef selvi boylular için yapılıyor. işte tam kamyona –popomdan bir askerin itmesi kolumdan da bir diğerinin çekmesi yoluyla- tahliyem yapilirken TV5 kanalında ev halkı beni görüyor! Istanbul’daki annemi ve babamı sakinleştirmek ayrıca bir operasyon gerektirdi diyebilirim!
Bu defa da brandayla kapalı kamyon kasasında (öyle kursun geçirmez falan degil yani. Kalasnikoflarla tarasalar ruhumuzu teslim edecegiz) bütün barikatları yara yara önce Fransız askeri karargahına, sonra da havaalanına getirildik. Air France’ın jetleri –gönüllü çalışan ekipleriyle- ardı ardına inip kalkıyordu. Uçaklar en son koltuğu doluncaya kadar bekliyor. Hemen yanımızda kedisi ve köpeğiyle tahliye edilen bir yaşlı kadın oturuyordu. Minik kopek bile durumun ciddiyetini anlamış olmalı ki uçak Paris’e inene kadar (7 saat) sesi çıkmadı. Yalniz uçakta psikologlar bile görev yapiyordu ki bu detayin önünde saygiyla egilelim lütfen.

Branda açilinca bir anda meshur olduk. Fransiz medyasi takipte
Kasım ayında Paris’e sıpidık terliklerim ve sortumla çok uygun bir kılıkta indim. Terminalde kızıl haç hepimize kazaklar dağıttı. Bana düşen kazak saf yün yıkanmış ve taşa dönmüş. Hepimize “politik sığınmacı » belgeleri dağıttılar. Su hayatta sığınmacı da oldum yani sonunda.
Ertesi sabah güvenli bir şehirde uyanınca “Paris’te bu kazakla mı gezicem ben” diye olaylar başladığından beri ilk defa ağladım. Ama parfümüm işe yaradı iste. Kazık gibi bir kazağın içindeydim ama en azından misler gibi kokuyordum…

Peki şimdi gelelim sorumuzun cevabına. Afrika’da bir iç savaşın ortasında mahsur kalmış bir Türk’ü kim kurtarır? Tabii ki Fransız hükümeti! Üstelik ne milliyetini, ne de vizesi olup olmadığını sormadan. Biz tahliye edildikten 1 ay sonra tsunami faciası yaşandı. Maldivlerde tsunamiden kurtulan bir futbolcu ve manken sevgilisi için THY’den özel uçak gönderildi hükümetin emri ile. Ne sandınız ya? Bu ülkede adam yerine konmak için magazin programlarında boy göstermek gerekiyor. Efendim duyamadım vergi ödeyen vatandaşa devletin sorumluluğu falan mı dediniz? Pardon Isvec vatandaşı falan mısınız? Güldürmeyin canım beni.
Bu arada hala kamyon dolusu insan üsse gelmekte






17.12.10

Ve Kiyamet Kopar...Gerçek Savas Günlükleri Bölüm 4

Fransiz askeri üssünün girisi
 Batı Afrika turist rehberi kitaplarından hangisini açsanız, o ülkeyi anlatmak için Afrika’nın en dostcanlısı halkı işte bu halktır yazar. Coğunlukla da bu doğrudur. Afrikalılar çok tatlı, çok misafirperverdir. Ama eğer ülkeyi 2’ye bölen BM tampon bölgesinde görev yapan Fransız askerlerden 9’u o ülkenin Rusya’dan satın aldığı ve Ukraynalı pilotlar tarafından kullanılan hava gücü ile vurulmuş, haliyle buna kızan Fransız gücü de ülkenin hava filosunu (toplam 2 uçak, 3 helikopter) yok etmişse sıcakkanlı falan dinlemeyin kaçın !!!

Işte bir Cumartesi sabahı aynen bu oldu. Afrika o kadar kalaşnikofu kolaylıkla buluyor da askeri, polisi bir örnek üniforma ile giydiremiyor bir türlü. Dolayısıyla da kim polis, kim asker, kim sitenin güvenlik görevlisi, kim kapıcı herkes birbirine girmiş durumda. Yine de üniforması ne olursa olsun ellerinde kalaşnikoflu sarhoş adamlar yola barikat kurmuşsa içinizden bir ses dursan iyi olur diyor. Biz işte bu barikatlarda Italyan taklidi yapa yapa, Madeleine ile nescafe Faustain ile ise cola içe içe yaşayıp gidiyorduk oysa. 6 Kasım Cumartesi öğleden sonra « D »nin ülkesinin büyükelçiliğinden aradılar ve iç savaş ülkedeki yabancıları hedef almaya başladı sakın evinizden çıkmayın, akşam olunca ışık yakmayın ve bir dahaki uyarıyı bekleyin dediler. Evet enteresan ama büyükelçilikler böyle hizmetler veriyorlar vatandaşlarına. Ben şimdi savaşa mı şaşırayım yoksa bir ülkenin vatandaşlarını böyle korumasına mı ilk 10 dakika karar veremedim. Sonra savaşın önceligi oldugunu düsündüm. 
Burada araya bir paragraf sokmak zorundayım. Benim yılandan ödüm kopar ama öyle böyle değil ciddi aklımı yitirebilirim yılan görürsem. Öyle ki çeşitli tropik tatillerde sırf bir yılan görmiyim diye kafam havada yürümüşlüğüm ve düserek kafa göz yarma tehlikesi atlatmışlığım çok vardır. Bir keresinde kafam böyle havada yürürken daldan sarkan bir yılanla göz göze geldim yalnız. O kadar bağırdım ki hayvancık nasıl kaçacağını bilemedi. Neyse işte bu korku yüzünden Afrika’da illa apartman dairesi isterim diye tutturdum. Herkes kocaman koloni dönemi evlerinde yaşarken biz bir daireye tıkıştık. Ve fakat benim yılan fobim hayatımızı kurtardı.

konvoy otelden üsse yol alirken
Hükümetin "Fransızlar hava gücümüzü yok etti, darbe yapıp kuzeyli isyancıların liderini ülkenin başına getirmeye çalışıyorlar" (çok güçlüymüs bu arada hava gücünüz gerçekten de yazik olmus yani) vidi vidi yaygarası ile bir anda onbinlerce insan sokağa döküldü. Sokaktakileri kendilerine “Genç vatanseverler” diyen ve direkt ülkenin başkanı tarafından finanse edilen grup ile devlet televizyonu kışkırtıyor. Göstericiler “bütün beyazlara ölüm” diye evlere saldırıyorlar. Evde oturanın kimliğine, yaptığı işe, yerli halkla ilişkilerine bağlı olarak ya sadece evi soyulup ateşe verilip kendisi ve ailesi sadece üzerlerindekilerle sokağa atılıyor (bu en hafif ceza demek oluyor yani evin sahibi kimsenin sinirini bozmamış o güne kadar) ya işkence görüyor, dayak yiyor, karısına veya kızına veya ikisine birden tecavüz ediliyor, evlerinde hayvanları varsa öldürülüyor gibi dereceleri var saldırıların.Fransız ordusu havalimanını ele geçirip ilk saldırılardan itibaren yaralıları tahliyeye başladı aslında ama ülkede 20bin yabancı var ve hepsine aynı anda ulaşmak mümkün değil dolayısıyla evimizde oturup ya saldırı sırasının ya da tahliye sırasının bize gelmesini bekliyoruz. Bizim sitenin yanında müstakil bir evde outran Hollandalı bir arkadaşımız bizi arıyor ve güvende olmadığı için siteyle evi arasındaki 4 metrelik duvarı “D” nin ve bir su hortumunun yardımıyla tırmanıp bize geliyor. Cebinde sadece pasaportu var o kadar. Bu arada Fransız komşularımız duvarı tırmananların yerli saldırganlar olduğunu zannedip “D”yi ve arkadaşımızı vurmaya kalkıyor ama son anda kim olduklarını farkediyorlar. Bundan 2 saat sonra arkadasimizin evine saldiriyorlar. Kapidaki güvenlikçi "bu evin sahibi beyaz degil o bir yahudi!!" (ne demekse) diyor ve bu ise yariyor evi yagmalamadan birakiyorlar.
öndeki kamyonda biz variz resmi çeken D

Evimizin önünden binlerce insan 3 gün boyunca “bütün beyazları öldürüp hepsini yiyicez” diye bağırarak geçiyorlar. Bu arada evlerine saldırılan arkadaşlarımızın haberleri geliyor. Bir Alman arkadasimiz "beni öldürürler de sana ulasip tecavüz ederlerse en azindan AIDS kapmamak için sansini dene" diye prezervatif veriyor karisinin eline. Tepemizde Fransız helikopterleri gece uçuşuyla geçiyorlar. Işıkları kapalı, göremiyoruz ama seslerini duyuyoruz. Dağılması için arada bir kalabalığın önüne ateş açıyorlar. Nadiren düşenler oluyor “D”nin askerlikten kalma dürbünüyle bunları canlı izliyoruz. Akşamları komşularımızla bir araya gelip dışarıda olanları düşünmemeye çalışıyoruz. Bu arada tabii kiminin evinde ekmek kiminin evinde su bitiyor, birbirimizle paylaşıyoruz. Silah seslerini ve bağırışları dindirmesi için sesini açıp gangster filmleri seyrediyoruz. Bütün büyükelçiliklerden arıyorlar, eğer evinize girerlerse bütün paranızı ve değerli eşyalarınızı ortada bırakıp kendinizi tuvalete kilitleyin ve hemen Fransız karargahının acil hattını arayın diyorlar. Banyoya su stokluyoruz bir de kapiyi tutmasi için kitap raflarını söküp banyoya koyuyoruz. Zaten kıyafetlerimizle uyuyoruz. Fransız askerleri bütün gece saldırılan evleri gezip yaralilari güvenliği sağlanmış noktalara oradan da havaalanına tahliye ediyorlar. 3 gün böyle geçtikten sonra birgün şirketin güvenlik müdürü arıyor ve hepinizi böyle ayrı yerlerde korumam imkansız herkes küçük birer sırt çantası yapsın hepinizi bir otele topluyorum diyor.
D” bana hemen çantanı hazırla yoldalar bizi almaya geliyorlar diyor. Panik panik panik acil durum sırt çantası nasıl hazırlanır???
Gelecek bölüm: Sırt çantası sorunsalı, Faustain’in vefası ve move, move, move, move….

Fransiz askeri üssü







15.12.10

Fildisililer...Gerçek Savas Günlükleri Bölüm 3


Afrika’ya gitmeyi kabul ettiğimizde bizi 4 konuda uyardılar :
1.       Aman sivrisineklere dikkat sıtma hem süründürür hem öldürür (yeri gelmişken önemli bilgi her yıl 3 milyona yakın insan sıtmadan ölüyor, AIDS'den bile daha çok can aliyor yani o uyduruk sivrisinek ve üstelik tedavisi çok basit olmasina ragmen)
2.       Fildişi Sahili’nde Fransızları sevmezler, her polis çevirmesinde aksanınızı abartın ve Fransız olmadığınızı gösterin ( önemli bir bilgi daha sırf bu yüzden bütün polis çevirmelerinde Fransız olsun olmasın herkes taklidi en kolay aksan olduğu için bağıra çağıra Italyan aksanıyla Fransızca konuşuyordu. Niye Fransızca derseniz çünkü Fildişi Sahili eski Fransız sömürüsü ve ana dilleri Fransızca)
3.       Her sabah arabanızın altında bomba var mı yok mu kontrol edin. Ay pardon sayfa atlamışım bu orta doğu içinmiş. (Kendime not orta doğuya tayin olunursa araba alınmayacak bisiklete binilecek)
4.       Mutlaka bir şoförünüz olsun böylece polis çevirmelerinde kendinizi daha güvende hissedersiniz. Yalnız yardımcılarınızla mesafeniz çok önemli, çok mesafeli olursanız sizi sevmez ve size yardım etmezler, çok yakın olursanız da sizi safdil bulur her fırsatta kandırırlar.
“D” ve ben çok pis mesafe koyarız!!!
Faustain bizim geçici soförümüzdü. Avrupa’da doğmuş olsa büyük adam olurdu zehir gibi bir zekası var ama o Fildişi’nde günden güne ayakta kalmaya çalışıyor. Heryeri çok iyi tanıyor ve her polis çevirmesinde de konuya acaip hakim -ki polis çevirmeleri her 2 km.de bir-.  Biz Faustain’le ilk günden itibaren öyle "mesafeli" bir iletişime geçtik ki günlerimiz şu akışla ilerlemeye başladı: 
Sabahları Faustain « D »yi almak üzere bize geliyor, kapıyı kendi anahtarıyla açıp içeri giriyor. Biz o sırada kahvaltı ediyor ve bir haber kanalından haberleri izliyor oluyoruz. Faustain bize “bonjour” diyor, önce mutfağa gidip kendine soğuk bir cola alıyor. Eğer cola stoğumuz bitmek üzereyse bana « Madame bu öğleden sonra unutma cola al » diye sesleniyor. Sonra salona geliyor, ayaklarını orta sehpaya uzatıp kanalı değiştiriyor ve kendine bir Nijerya filmleri kanalı buluyor. (önemli bilgi Nijerya film endüstrisi 250 milyon dolar ve heryil 200 filmle Bollywood'a yakin rakip) Eğer film sarmazsa « D »ye « hadi ama patron sen de bugün amma sallandın » diyor. « D » yi bırakıp geldikten sonra beni gideceğim yere götürüyor. Bir noktada benimle aerobic derslerime de gelecek diye korkmaya başlamıştım ama aerobiğin çok anlamsız bir uğraş olduğunu düşünüyor. Ama mesela savas çikmasaydi gönüllü yardim ettigim organizasyondan onu da beni de muhtemelen kovacaklardi çünkü her lafin içinde. Ogleden sonra alışverişe gidersek o da benimle markete giriyor. Coğunlukla aldıklarımı beğenmiyor eğer ucuz birşey alırsam « sen de amma cimrisin madame » diyor pahalısını alırsam da “burda daha ucuzu var niye patronun parasını harcıyoruz” diyor. Bütün bu faktörlere rağmen biz ne yaptık dersiniz ? Doğru tahmin ettiniz Faustain’e sürekli bizimle çalışması için iş teklif ettik. Peki Faustain ne cevap verdi? Hayır dedi ! Ama Faustain bizimle çalışmayı bıraktıktan sonra arkadaşımız olarak hayatımızda kaldı. Arada bir gelip benimle cola içmeye devam etti. Savaş patlak verdiğinde de –ki ilerleyen günlerde okuyacaksınız – bize en çok o yardım etti.

Madeleine pazar gunu kilise cikisi bizde nescafe iciyor
Faustin ile aynı anda evimize Madeleine de girdi. Madeleine’i biz bulmadık. Bir sabah kapı çalındı, ufak tefek incecik, kıvır saçlari erkek çocuk gibi kısacık kesilmiş, çok güzel bir kadin kapıyı açmamla beraber içeri girdi ve « oh iyi taşınmışsınız. Sizden önceki aileyle ben çalışıyordum şimdi de sizinle çalışmaya geldim , kova nerede » dedi. Ben de hiç itiraz etmedim. Madeleine’e ilk günden bayıldık. Cok gururludur asla para istemez sadece nescafe çok sever hediye olarak birtek onu kabul eder. 38 yaşında ama ne evli ne de hayatında bir erkek var. Afrika’da bu çok nadir görünen bir durum. Zaten resmi evlilikler de tek eşlilik de Afrika'da çok nadir ama yalniz yasamak neredeyse imkansiz. Mutlaka her evde çalismayan ve kadinin çalistiklarini afiyetle yiyen bir erkek mevcut. Sinir bozucu evet ama uzaklarda yaşayınca diğer kültürleri yadırgamamayı öğreniyorsunuz. Madeleine benim yemeklerimi hiç beğenmiyor, kendi yemediği gibi « D »nin nasıl olup da yediğine şaşırıyor ve "D" nin aç kalmasindan çok endise ediyor. Ona göre benim yaptigim yemeklerle bir erkegin doymasi imkansiz. Onun için her öğlen evde « D » için yemek yapma yarışı var. Gönlü olsun diye « D » bazen onunkileri yiyor. O zaman Madeleine çok seviniyor.

Faustain iş teklifimizi geri çevirince yerine birini bulduk. Cok fakir, acil işe ihtiyacı var dediler hiç düşünmeden Seidou’yu işe aldık. Seidou’nun kuzeyden gelen bir müslüman olduğunu, Abidjan’daki polislerin Seidou’nun fiziki özelliklerinden bunu anlayabildiğini ve de Abidjan’da polislerin kuzeylileri sevmediğini biz tabii ki bilmiyorduk. (şuursuz olduğumuzu daha önce söylemiş miydim ?) Bütün bunları Seidou ile yakalandığımız ilk polis çevirmesinde öğrendim. Olay şöyle gelişir:

Polis bizim arabayı durduruyor. Ben nasılsa yanımda Seidou olduğu için çok rahatım. Fakat polis yanımıza yaklaşınca Seidou bembeyaz kesiliyor ve konuşmayı bırakın camını bile indiremiyor korkudan. Benim tarafımda ki camin açma kapama dügmesi de çalışmıyor. Bu durumda ben kalaşnikofu üstümüze çevrili polise derdimi anlatmak için Seidou’nun üzerinden eğilip camı açıyorum, polis de benim tarafima yaklasmak yerine hala Seidou'nun tarafinda ve dolayisiyla aramizda yaprak gibi titreyen Seidou oldugu halde polisle aramızda havaalanı diyologunun devamı -bu defa sesimi arabanin disina duyurabilmek için bagirarak- başlıyor. Ben uyarıları hatırlayıp :
-Kusura bakmayın Fransızcam bozuktur ben Türk
- O ne demek ?
-diyorum ki Fransızcam bozuktur çünkü ben Türküm
- Türk ne demek?

- Yani Türkiye ülkesindenim ben.

- Tôrkayöde Fransızca konuşmuyor musunuz ?
- Hayır Türkçe konuşuyoruz
-Neden ?
- Eeeee çünkü kendi dilimiz var neden fransızca konuşalım ki ?

- herkes fransizca konuşur
- valla türkçe konuşuyoruz yahu size yalan borcum mu var ?
- kesin fransızsin sen ama kafadan ülke uydurdun ceza yememek için…
-...
O polise gerçekte Türkiye diye bir ülke olduğunu anlatamadım ve o cezayı “Fransız olduğum gerekçesiyle” yedim. Atmıyorum trafik ceza makbuzunda “Fransız olduğu halde yalan söylediği için” yazıyordu. O günden sonra arabada dünya haritası taşımaya, ve çeviriye yakalandığımda Italyan rolü yapmaya başladım. Aaa bir de en önemlisi akşamları mesaisi bitince Seido’yu evine ben bırakmaya başladım. Kim kimi koruyor birbirine karıştı evet ama herhalde çocuğun durduk yere dayak yemesine izin verecek değildim!!

Işte Fildişi Sahili’ndeki hayatımız böyle akıp gidiyordu ki bir Cumartesi ögleden sonra iç savaşın hedef tahtasına bizim yüzümüz koyuldu…
Gelecek bölüm: Bir Türk Afrika'da iç savasin ortasinda ölüm tehdidiyle karsi karsiyaysa onu kim kurtarir?



11.12.10

Afrika'ya Hosgeldik...Gerçek Savas Günlükleri Bölüm 2


Abidjan Havaalani

Fildişi Sahili’ne uçağımız inerken sıtma tehlikesine karşı sineksavar spreylerle duş aldık. Iç savaştan habersiz olabiliriz ama sivri sineklerden kaçmamız gerektiğini biliyoruz. Bati Afrika havalimanlarında trafik çok yoğun değildir. Bati Afrika havasahasında radar olmadığını ve pilotların çıplak görüş yöntemiyle uçtuklarını da söylersem bilmem gözünüz kapalı bölgeye seyahat etmenizi sağlayabilir miyim? (Bütün o blood diamondlar nasil tasiniyor dersiniz?)

Her ne kadar o saatte inen uçak sayısı 1, pist sayısı 1 ve uçaktan inince havaalanı girişi 100 metre mesafede de olsa, muhtemelen yüce gönüllü bir yardım kuruluşu tarafından bağışlanmış paralardan ülkenin başkanına, başkanın karısına, karısının kardeşine, kardeşinin amcasına, amcasının kabilesinin şefine, şefin dinine bağlı olarak marabusuna ya da dahil olduğu kilisenin papazına çok acil ve önemli – geçen sene alınmış modası geçmiş BMW’nin yenilenmesi ya da sağlık nedeniyle mutlaka yapılması gereken bir estetik operasyon için örneğin – fonlar ayrıldıktan sonra hala nasıl olduysa elde kalmış ve ülkenin hangi sorununun çözümünde kullanılacağına bir türlü karar verilememiş kısmıyla alınmış shuttle otobüsleri bizi bekliyor. Muhtemelen araba kullanmayı o otobüslerde öğrenmiş, asil görevi havaalanının tek büfesinde mikro dalga fırının düğmesine basmakla sorumlu çok teknik eleman görevinin hakkını vermek amacıyla bize havaalanı apronunda uzun bir tur attırıyor. Bu arada uçaktan erken inebilen şansli gruptanız ve otobüste kendimize yer bulabildik ama terminal binasında bizi 37° sıcaklık ve çalışmayan bir klima karşılıyor. Çünkü mikro dalganın düğmesine basma sorumlusu teknik görevli henüz klimanin düğmesini merak edip kurcalamamış ya da fazla merak edip fazla kurcalamış. Her 2 durumda da klima ömrünün ilk 1 saatinden sonra bir daha çalışmamış.

Kuyruk yavaş yavaş ilerliyor çünkü uçakta bize verilen doldurulması gereken formları mutlaka yolcuların yarısı yanlış doldurmuş diger yarısı ise hiç doldurmamış. Bu arada sivri sinek paronayamız nedeniyle yüzümüz dahil komple duş aldığımız sivri sinek savar spreyimiz alnımızdan akan terlerle gözümüze giriyor ve gözlerimiz cayır cayır yanıyor.

Bati Afrika’da genellikle eski sömürge devletlerinin pasaportları iyi tanınır bir de tabii Amerikaliların pasaportları ya da Isviçrelilerin güzel kırmızı pasaportları. Sira bize geldiğinde anladım ki bizim lacivert pasaportumuzu şimdiye kadar görevli memur asla görmemiş. Osmanlı İmparatorluğunun Afrika ile ilişkilerinin kuzey afrikali araplar aracılığıyla sağlanmasının cezası işte bugün ödediğimiz. Halbuki biz de diğer herkes gibi bizzat bütün kıtayı yaklaşık 200 yıl boyunca insan pazarına çevirseydik birazdan okuyacağınız diyalog yaşanıyor olmazdı ki – abartıp komedi yaptığımı düşünmeyin bu diyalog aynen böyle gelişti:

-          “bu ne?” Burada kastedilen “bu”na verilecek cevap için bir tahmin yürütmem gerekti ve pasaport suratıma doğru sallanıyor olduğu için,
-          “Pasaport” dedim.
-          “onu anladık ne ülkesi bu?”
-          “ Türkiye işte yazıyor orada Republic of Turkey yazıyor”.
-          “O ne demek”?
Bu noktada yüzüme doğru bir ipucu sallanmadığı için vereceğim cevabı bir süre düşünmem gerekiyor. Ne demek Türkiye ne? Bu nasıl bir dialog? Herşeye baştan mı başlayalım. Yani ben şimdi oturup Türkiye 3 tarafi denizlerle çevrili çok büyük bir jeopolitik ve stratejik öneme sahip bize göre Avrupa, Avrupalılara göre ise bir ortadoğu ülkesidiri mi anlatayım. Hoşgeldiniz ilkokul 3. sinif.

-          “Türkiye işte ülkenin adı”. Diyebiliyorum ancak. “Yani nasil Fildişi Sahili bir ülke Türkiye de öyle”. Bütün bu cümleleri kurarken acaba memura salak muamelesi yapmak bu ülkenin kanunlarına göre memura hakaret kapsamına girer mi diye endişelenmiyor da değilim haliyle. Bu cevap yüzünden kendimi bir anda korkunç bir Afrika hapisanesinde bulur muyum? Hayır işin kötüsü Türk hükümetinin de gelip beni kurtaracağını pek sanmıyorum. Üstelik adamlar Türkiye’yi bir nesne sanıyorken “bırakın beni ben bir Türk vatandaşıyım” diye bağırmam da pek etki yaratmaz sanırım.
-          “Ne biçim ülke öyle. Nerde bu Türkaye?”
-          “Bir kere düzeltelim Türkaye degil Türkiye. İşte komşulari falan var Bulgaristan, Yunanistan, İran, Irak, Suriye gibi. İstanbul var mesela sonraaaa”
-          “A tamam Lübnan yani?”
-          “Anlayamadım”
-          “Lübnan?”
-          “Ne Lübnan?”
-          “Türköyo”
-          “Himmm pek değil ama zaten Türköyö degil Türkiye”
-          “İşte olimpiyatlar yok mu şimdi orada? orası işte Lübnan”
-          “Ama olimpiyatlar Yunanistan’da, Lübnan’da değil Türkiye’de de değil. Türkiye de zaten Lübnan veya Yunanistan değil. Yani keşke olimpiyatlar Türkiye de olsaydı. Biz de her 4 yılda bir yeni bannerlar bastırıp İstanbul 2000zirt diye özellikle eminönü çevresine asıyoruz. Simdilik ise yaramadı yarar umarım birgün.”
-          ...
-          ...
Benim uzun monoloğum görevliyi bezdiriyor ve işe yariyor yaklaşık 5 dakika kadar anlamsızca birbirimize baktıktan sonra memur gülümseyerek
     - “tamam ben şimdi yazıyorum buraya Lübnan Tarkiye diye” diyor.

Ben de artık milli gururu falan bir yere bırakıyorum çünkü burada sicaktan sıvı kaybından ölmek istemiyorum çünkü öyle bir durumda cenazem de İstanbul yerine Beyrut’a gidecek. Böylece ne olduğunu tam olarak bilmediğim resmi kayıtlara olimpiyatların yapıldığı Lübnan’daki Tarkiye isimli ülkenin vatandaşı olduğum geçiyor. Artık devletim bir anda modern devletler gibi vatandaşlarını korumaya karar verse bile beni bulup da kurtaramaz.

Sonunda havalimanından çıkmayı başardığımızda bizi Faustain karşılıyor.

Gelecek bölüm: Faustain, Madeleine ve Seidou...

9.12.10

Gerçek Savaş Günlükleri



Fildisi Sahili haritasi

Ahhh ahhh insan aşk için neler yapıyor ? Ben de aşkın peşine takılıp – D’nin peşine takılıp – gözümü kırpmadan kendimi Afrika’da gerçek bir iç şavaşın içine attım. Tamam gerçek pek o kadar da şairane ve kahramanca değil belki yani Fildişi Sahili’ne taşınmaya evet dediğimizde ikimiz de şuursuzduk. Bazı arkadaşlarım – isim verip de rencide etmeyeceğim şimdi onları burada – Cote d’Ivoire (Fildişi Sahili) ile Cote d’Azur’u birbirine karıştırıp “ahh ne şahane sen git biz de tatile geliriz harika plajlar çok cool gece hayatı yaşasınnnn” tepkisi verdiler. Diyeceksiniz ki arkadaşların kekti de bir tek sen mi akıllıydın da onların ülkeleri karıştırmasıyla gaza geldin. Eeee yorumsuz…
Şimdi nereden çıktı bu giriş diyeceksiniz. Türkiye’de haberlerde Afrika’yı genelde yok saydıklarından muhtemelen takip etmemişsinizdir. Geçtiğimiz gün Fildişi Sahili cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçları açıklandı. Bu seçım şunun için önemliydi; tam 10 senedir ertelenip duruyordu ve ülkeyi 2’ye bölmüştü ve 10 senedir süren kanlı iç savaşın bitmesinin tek ümidiydi. Peki seçim sonunda ne oldu? 10 yıldır seçimi erteleten mevcut cumhurbaşkanı Gbagbo (Bagbo okunuyor) seçimi kaybetti. Kuzeyli isyancıların desteklediği Ouattara (Vattara okunuyor)ise  kazandı. Ama Gbagbo seçim sonuçlarını “soytarılık” olarak değerlendirdi ve “hayır efendim ben kazandım son sözüm de budur , daha da bu koltuktan inmem” dedi. Pazar günü her iki aday da ayrı ayrı cumhurbaşkanı olarak yemin ettiler. Yani an itibariyle ülkenin 2 ayrı cumhurbaşkanı var. Uluslararası kamuoyu durumdan çok endişeli, iç savaşın yeniden kızışması bekleniyor. Peki ben bunları niye anlatıyorum? Cünkü işte aşk için kendimi ortasında bulduğum iç savaş buydu.
2004 Kasım ayında savaşın yönü ülkedeki yabancılara dönünce ben ve “D” diğer 20 bin yabancıyla beraber Fransız ordusu tarafından tahliye edildik. Ama 1 hafta boyunca savaşın korkunç yüzünü çok yakından izledikten ve evimizin önünden geçen milyonlarca hükümet yanlısı saldırganın « bütün beyazları yiyicez » tehditleri arasında ecel terleri döktükten sonra…
Oralara gelmeden önce savaş neyin savaşı size kısaca anlatmam lazım.
Fildişi Sahili batı Afrika’da. 1980’lere kadar bölgenin en gelişmiş ülkesi. Ticari başkent Abidjan’a Afrika’nın Paris’i diyorlar. Sokak kafeleri, gökdelenler, beyaz kumsallar boyunca şık resort oteller vs. Fildişi Sahili kakao zengini ve çevredeki fakir ülkelerden sürekli göç alıyor. Para olduğu sürece bu göç kimseyi rahatsız etmiyor çünkü zaten zengin halkın yapmak istemediği pis işleri yapacak adama ihtiyaç var. Ulkeyi bağımsızlıktan beri aynı lider yönetiyor ve herkes onu çok seviyor. Ama işler o lider ölünce ve de aynı anda dünyada büyük bir kakao krizi yaşanınca karışıyor. Kakao fiyatlarınin aniden düşmesi ülkeyi ciddi bir ekonomik krize sürüklüyor. Eskiden memnuniyetle kabul edilen komşu göçmenler artık yerli halkın işlerini ellerinden aldıkları için istenmiyor. Ama bu arada -­eski-göçmenler kuşak üstüne kuşak Fildişi Sahilli olmuşlar, yerli halkla karışmışlar çocukları olmuş hepsi Fildişi Sahili vatandaşı. Bağımsızlığın lideri ölünce yerini alan yeni cumhurbaşkanı “has be has Fildişi Sahilli” olmak diye bir yasa uyduruyor (münasip bir yerlerinden olsa gerek). Bu yasaya göre hem anneniz hem de babanız 7 göbek Fildişi Sahilli değilse siz ne oy verebiliyorsunuz ne de ev, toprak sahibi olabiliyorsunuz. Insanlara farklı kimlik belgeleri dağıtılıyor vs. Annesi de babası da Fildişi Sahilli olmasına rağmen kuzey komşusu Burkina Faso’da –sınırların pek de birşey ifade etmediği yıllarda – doğan ve eski hükümette başbakan olan Ouattara’nın adaylığına en bi has hakiki Fildişi Sahilli olmadığı uyduruk gerekçesiyle engel oluyorlar. Bunlar 90’ların basından 2000 yılına kadar devam ediyor .Ve tabii bu kadar gerilen yaylar sonunda kopuyor, ülke güneyde hristiyan çoğunluk ve kuzeyde müslüman çoğunluk olarak 2’ye bölünüyor. 2000’den itibaren başarılı darbe, başarısız darbe girişimi, suikast girisimleri vs üst üste biniyor ve o zamandan beri seçim yapılamıyor ve bir arada yaşayan halk ağır propagandalarla iyice birbirine karşı dönüyor. Ulkenin ortasından bir çizgi çiziliyor ve o çizgiyi NATO barıs gücünü temsilen Fransız askerleri bekliyor.
Işte bu ay yapılan ve sonu komedi filmine dönen seçimlerle beraber sizinle savaş günlüklerimi paylaşmanın doğru zamanı şimdi sanırım. Fildişi Sahili yaşadığımız Afrika ülkeleri arasında en kısa ama en yoğun maceramız olmuştu. Işte tahliye anına kadar bu yoğun maceranın günlüklerı yarın burada başlıyor….
YARIN : Ben ve « D » kendimizi bu isin içine nasıl soktuk…
Fildisi Sahili bayragi

6.12.10

Hola Madrid!


 "D" sahane bir surpriz yapti.  Bavulunu hazirla bu haftasonu seni sürpriz bir tatile davet ediyorum, hava sicakligi da 4° olacak dedi. Biliyorum biliyorum Barcelona daha hip, daha cool, daha sicak falan filan ama ben Madridciyim. Her gidisimde daha da cok sevip geri geliyorum. Eski Avrupa sehirlerini seviyorum ben. Insanlari görmüs geçirmis oluyor. Her kösede sarhos ve bögüren Ingiliz turistler çikmiyor. Ve herkes Ingilizce konusmuyor. Ayrica neden herkes Parislililere Ingilizce konusmadiklari için kil onu da anlamiyorum. Adamlarin ülkesi neden baska dil konusmak zorunda olsunlar ki. Hem Türkiye'ye turist olarak gelmeyi denediniz mi hiç?


eski binalar çok güzel

 Her neyse sürprizin Madrid oldugunu check-in gisesinde anlayinca ne kadar sevindim bilemezsiniz. Madrid demek dar sokaklarda aylak aylak yürümek, tapas barlarda birbirinden enfes tapaslar yemek yaninda koyu kirmizi Rioja içmek ya da çok susadiysaniz garsonlarin bardagin her yerinden akitarak getirdigi bol köpükleri biralari kafaya dikmek sonra yine el ele tutusup yürümek demek..
Evet Ispanyolca konusmuyoruz ama umurumuzda mi? Kelimelerin sonuna -os, -dos koya koya anlastik bütün haftasonu yine. A plate of anchovies örnegin uno platos anchoas! E insan deneyince anlasiyor iste. Her ne kadar Madridliler çok seri ve hizli hareket etse konussa da siz barin önünde kararsizca dikildiginizde de size gayet sempatik yaklasiyorlar.

Bu defa Madrid'de dikkatimi çekenler sunlar oldu:

Kürk: Ne kadar ama ne kadar çok insan hala kürk giyiyor genç yasli farketmeden! Cok ayip ama çok...

Loto kuyruklari: Ekonomik krizin etkisi olabilir mi? Bütün loto giselerinin önü daha açilmadan cadddelerin
köselerini döne döne uzun kuyruklar oluyor.

Hava da lokum gibiydi. 4° halt etmis hep günes vardi. Cuma günü havaalani kontrolörleri ani bir grevle ülkeyi birbirine katti. Ben de belki pazara kadar devam ederler de biz de mahsur kaliriz diye çok dua ettim ama Zapatero affetmedi. Hemen isinizin basina dönmezseniz yaktim çiranizi mesaji verince grev cumartesi sona erdi. Biz de kuzu kuzu Paris'e döndük.




Peki iyi güzel yedin içtin de önerilerin nedir derseniz. Sunlardir:


Hotel de Las Letras'in duvarlari siirlerle kapli
1. Duvarlari Neruda'nin kelimeleriyle kapli otelde kalin. Hotel de Las Letras. Gran Via üzerinde 11 numara. Simdiye kadar her gittigimizde ayni otelde kaldik degistirmeye de hiç niyetimiz yok. Cok tatlilar çok. Hatta eski gelislerimizi hatirlayip kendinizi önemli hissettiriyorlar.


2. Bütün tapas barlar çok sahane çok seviyoruz ama hep gittigimiz bir tane var ki üstüne "pulpo a la gallega" yapan yok. Miniminnacik Calle Jesus sokagi üzerinde "Cerveceria Cervantes" Oyle havali cool biryer beklemeyin. Bizim sampiyon kokoreççisi kivaminda yerleri kullanilmis peçetelerle dolu (tapas barlarin böylesi makbulmüs) ama tapaslar enfes. Garsonlar da dünya tatlisi. Kimse tek kelime ingilizce konusmuyor ama çok yardimci oluyorlar. Yalniz tam karsisi minik bir kilise. Eger ayinin dagilma saatine denk geldiyseniz ayinden çikip direkt solugu bira içmekte alan yasli teyzelerden yer bulamiyorsunuz. Yine de gruplar halinde giyinmis süslenmis ayinden çikan anneannelerin birahaneye girisi görülmeye deger.

3. Yemek bitiminde garsonunuz "sempatikos" deyip size limoncelloya benzeyen sari minik birer içki getirirse -ki çok lezzetli - sakin "muy bien" demeyin yoksa garson çok seviniyor ve minik shot bardaklarinin arkasi kesilmiyor ve çok sarhos olabiliriz-siniz sonra.

4. Pazar günleri kurulan El Rastro bit pazarina gitmeyin çünkü artik sadece Cin üretimi plastik ivir zivir satiyorlar. Giderseniz de ana yolda çok durmayin arka sokaklardaki antika standlarini gezin. Ne kadar sorunuza Ingilizce cevap verseler de aldanmayin. Aslinda kimse Ingilizce konusmuyor ama antika gizli hazineleri seyretmek de çok güzel. Zaten unutmayin ne yapiyorduk kelimelerin sonuna -os, -dos koyuyorduk!

5.Ispanyollar çok tatli. Bayiliyorum Ispanyollara ama 3 çocuklu Ispanyol bir aile uçakta arkaniza oturursa insanin basi agriyabiliyor.