31.3.13

Vida ve Emilia ve Ganali Pinar



Güzin, “Pınar Afrika yazsana” dedi. Size anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki Afrika’yla ilgili. Düğünleri var mesela, düğünlerden daha ilgi çeken cenazeleri var, bira şişesi şeklinde tabutları var, yağmur ormanları üzerinde asma köprülerden yürüdüğünüz milli parkları var, “kilo aldırma odaları” var. Var da var yani.

Sonra benim doğumgünüm geldi. Doğumgünü sabahımda herkesten önce yine ilk mesaj Afrika’dan geldi. Vida yazmış, kızları Emilia ve Pınar’ın adına. Evet Vida’nın adı Pınar olan bir kızı var. Durun oraya daha gelmedik.

İnsan Afrika’ya sıcağı yüzünden bağlanmıyor, sıtmalı sivrisinekleri yüzünden de değil, yolsuz politikacıları, soyguncu polisleri yüzünden hiç değil. Afrikalılar yüzünden bağlanıyor insan Afrika’ya. İşte Vida bizi ömrümüzün sonuna kadar - biz istesek de istemesek de- Afrika’ya bağlayanlardan, Vida bizim ailemizin uzaktaki bir üyesi.

Gana’nın başkenti Accra’ya taşındığımız ilk günlerde, arkadaşlarımızın evinde yardımcıları Beauty ile tanıştık. Adı gibi güzel Beauty. Gülünce gözlerinden parmak uçlarına kadar gülen insanlardan. İlk görüşte içinizin ısındığı insanlardan. “Ah Beauty senin bir kardeşin olmalıydı” dedim. “Benim bir kardeşim var” dedi. Bizi Vida ile tanıştırdı.

Beauty ve Vida iki kızkardeş. Hem anneleri hem de babaları onlar çok küçükken ölmüş. Afrika’da neden ölmüş sorusunun cevabı yok. Sadece “öldü” var. Yalnız babaları hayattayken “az çocuk yapın, çocuklarınızı okutun” demiş. Bilge adammış. “Babamızı dinliyoruz, çocuklarımız bizim gibi cahil kalmasın, okusun istiyoruz” diyorlar. Beauty’nin 2 oğlu var, canavar gibi derslerine çalışıyorlar. Vida’nın o zaman tek bir kızı var, Emilia. Dünyanın en güzel minik kız çocuğu.

Vida kırık dökük okuma yazma biliyor. Rahibeler öğretmiş. Her doğumgünümde bana bir kart yazıyor, bir de hediye telefon kontör kartı alıyor. Kontör kartı orada en işinize yarayan şey. Vida için bana verebileceği en kıymetli hediye o. Benim içinse aldığım en güzel hediyeler o kontör kartları.

Vida’nın evinde bir erkek var, bir koca. Kadınların çok çalıştığı, ama emeklerinin yok sayıldığı toplumlarda bir evde olmazsa olmaz “koca”. Onun evindeki kocayla benim evimdeki kocanın farkını anlayamıyor. Benim evdeki bulaşıklara yardım edince ya onun ya da benim deli olduğumuzu düşünüyor. 

Evini tek başına Vida’nın maaşı döndürüyor. Koca bu, işine gelirse bir çalışıp geliyor. Ama Vida maaşını kaptırır mı hiç? Ne alıyorsa yarısını söylüyor. Diğer yarısını bizim mutfakta, annemin bana hediye aldığı tencerelerin içinde saklıyor(muş). 

Bir gün yemek yapacağım tutuyor ya zarf dolusu parayı buluyorum. Kendine fırın alacakmış. Şimdilik yemeklerini tüp üstünde pişiriyor. Tabii o her zamanki utangaçlığıyla beni rahatsız etti sanıyor. “Paranı tencerede değil bankada saklayalım Vida” diyorum. Paraları görevliye verirken elleri titriyor. Hiç tanımadığı bir adama paralarını emanet etmek fikri ona mantıklı gelmiyor ama bir bildiğim vardır elbet diye itiraz da etmiyor. Faiz diyor görevli, yüzde bilmemkaç diyor, vade diyor. Vida yüzde nedir bilmiyor. “Sen şimdi şu işi bana iyice bir anlat bakalım” diyor.

Eve gidince salondaki masaya yan yana oturuyoruz. Yüzde nedir anlatıyorum. Hiç sevmediğim matematiğin sevdiğim bir insanın yüzünü güldürmesini görünce tüm geçmiş matematik öğretmenlerime hakkımı helal ediyorum. 

Bir gün güneş tutulması olacak diyorlar. En iyi Gana’da görecekmişiz. Sabah 9’da hava bir anda kapkaranlık olacakmış. Yan komşum Arlette -buradan bulutların üstüne selam olsun- “eclipse kokteylleri” hazırlıyor. Hepimiz onun balkonuna toplaşıyoruz. Hava grileşince günün saatini şaşıran yarasalar sallandıkları dallardan toparlanıp ters istikamete uçuyorlar. Bizim evden Vida’nın sesini duyuyoruz. “Ben çok korkuyorum” diye tiz sesiyle bağırıyor. Korkacak birşey yok gel bak diyoruz. O inatla “ben çok korkuyorum” diyor. Perdeleri sıkı sıkı kapatmış, kendini de penceresiz çamaşır odasına kapatmış, yalvarıyoruz, yemin ediyoruz, bir şey olmayacak diye söz veriyoruz. Vida bana mısın demiyor. Bazı üçkağıtçı din adamları “tanrı size kızgın, kiliseye yeterince para vermiyorsunuz, kızgınlığını göstermek için güneşi karartacak” demiş. Şimdi gel de Vida’yı ikna et “o şarlatana inanma, dünya, güneş, ay, yörünge vs” diye. Bir kağıda çiziyoruz, kağıdı kapının altından iteliyoruz. Bu kadarını uydurmuş olamayız diye ikna oluyor. Zar zor çıktığı balkonda endişeyle güneş tutulmasını izliyor. Ortalık aydınlanınca içi rahatlayıp kendine kendine gospel melodileri mırıldanarak günlük işlerine dönüyor.

Sonra hayırsız kocası ölüyor. Neden diye sormayın, orası Afrika, öylece ölüyor. O arada Vida’nın karnında bir bebek var. Vida bana “gideceksiniz biliyorum, bu bebeği al öyle gidin, beni tanımaz seni annesi bilir” diyor. Afrika böyle işte, gelip insanın böğrüne oturuyor. 

Biz Paris’e taşınıyoruz. Vida’nın karnındaki bebek dünyanın en güzel 2. kız çocuğu oluyor. Adını Pınar koyuyor. Ganalı Pınar’ı sadece resimlerinden tanıyoruz. Ama birbirimizi arıyoruz, ciyak ciyak bağırarak kötü hatlara inat konuşuyoruz. Daha bu sabah mesajlaştık. İyiler, kızlar okula gidiyor, Emilia ilkokula, Pınar da kreşe. 

Okuyacaklar, hem bizim, hem Vida’nın, hem babasının hem de koca bir kıtanın yüzünü güldürecekler. 

27.3.13

Çocuksuz Uçuş Sahası (Yersen)

tepikli foto ivillage.com.au sitesinden

Beni tanıyanlar biliyor. Ben çocuk severim, hem de kudura kudura, yanaklarını mıncıklaya mıncıklaya severim. Ben ebeveyn sevmiyorum.

Geçen hafta uzun uçuşlu bir seyahatteydik. Neredeydin diyeniniz varsa sorunun cevabı şurada. Malezya havayollarından bilet bulduk. Ben “asya havayolu şirketleri en kralı, yemekler de nefis olur, servis de şahane olur, uçak da büyük olur” diye kendi kendimi dolduruşa getirdim. Meğer tüm asya havayolu şirketleri bir Singapur havayolları değilmiş.

Havaalanında “D” yerimiz “kid free zone”dan deyince benim uçmam için zaten artık uçağa da gerek kalmamıştı. Uçak da A380, artık döne döne su samurları gibi uyurum dedim. (Not: uçağın markasını modelini mecburen biliyorum çünkü D uçaklarla ilgili her şeye meraklı ve her seyahatte beni sınavdan geçiriyor ve tipini tanıyabildiğim tek uçak bu çünkü çok büyük, apartman kadar, haliyle yanılamam)

Neyse bindik uçağa, önce yayılma hayallerim tuzla buz oldu. Çünkü canım uçağa fazladan koltuk mu koymuşlar ne yapmışlarsa uçak Sarıyer-Taksim minibüsü gibi olmuş. Koridorda yan dönmeden yürümeye imkan yok ve benim boyumdaki bir insanın bile dizleri öndekinin midesinden çıkacak gibi ön koltuğa dayanıyor, normal boyutta bir insanın 3’e katlanıp öyle oturması lazım. Biz bu uçakla Singapur havayollarında uçarken ben tek kişilik koltuğa bayağı yan yatabilmiştim halbuki. 

Kid free zone dedikleri normal ekonomi sınıfının ortasında ayrılmış 3 sıra koltukmuş ve arkandaki sırada çocuk olunca gayet “sırttan tepik zone” da oturmuş oluyorsun. Ve o çocuk bizim hemen arkamızda değil ama çarpraz arka sıramızdaydı. Elveda uyku!

Bebeklerin kulağı tıkanıyor, canları yanıyor, onları çok iyi anlıyorum. Çünkü ben de kulağımın tıkanmasından hiç hoşlanmıyorum ve çok huysuz olduğum bir günüm olsa ben de haykıra böğüre ağlayabilirim. Bu konuda empati kuruyorum. Fakat kazık kadar olmuş çocuk tam 6 saat 25 dakika çığlık atıyorsa bu kadar anlayışlı olmamı beklemeyin. Çünkü nihayetinde bu da kafa. 

Bu kazık kadar olmuş çocuğun derdi uçağın dar koridorlarında koşmaca oynamak. 6 saat boyunca hamster gibi hiç durmadan dönecekmiş koridorlarda ve bunun niye mantıklı bir hareket olmadığını anlayamıyor. Zaten ailesi de anlatmaya çalışmıyor aslında. Çünkü çocuklarının haykırması onlarda bir “white noise” haline gelmiş ve onlar sakince sudoku falan çözebiliyorlar. Fakat biz bunu yapamıyoruz. Bu arada her uçuş görevlisi geçişinde “oğlum bu sefer yandın bak şimdi yiyeceksin şaplağı” diye ümitleniyorum ama hosteslerin de daha önemli işleri var - bütün yolculara çemkirmek, insanların üstüne yemek tepsilerini devirmek, sonra ikinciyi tepsiyi verirken “aman dikkatli olun” diyen acı-ekşi soslu tavuğa bulanmış yolcuya bir kere daha çemkirmek, aralarda da ruj tazelemek gibi. (Hiç bir havayolunda bu kadar somurtan görevliyi bir arada görmemiştim bunu da bir ara not olarak gireyim. D ile uçuş bitene kadar birini gülümseteceğiz iddiasına girdik ve yukarı doğru ufak bir dudak kıvrılması bile görmedik)

Uyumayı falan zaten geçtim de bari film izleyelim diyorsun ve çocuğun sesi filmin sesini falan bastırarak beyninde çın çın ötüyor. Bütün bu yaygaraya ebeveynlerden tepki var mı? Hayır yok. Çünkü evrensel “çocuk işte” özrünün arkasına yayılmış piknik yapıyor onlar.

Sonunda 6 saat 25 dakika sonra bizim sıradan biri dönüp fransızca “biri şu çocuğu sustursun beynimizi biiiiiip” diye bağırdı. Bağıranın kim olduğunu söylemeyeceğim ama bağırmasını beklediğiniz kişi değil. Fakat bizim sözde kid free zone’un bütün talihsiz yolcuları bu anı bekliyormuş ki bir anda toplumsal dayanışma yaşandı, gözlerim doldu ve kayıtsız ebeveynlerden erkek olanı bir zahmet poposunu kımıldatıp çocuğunu gezdirmeye kalktı. Bunlar olurken hemen yanımızdaki mutfakta uçuş görevlileri rujlarını tazeliyordu.

Özetle ben çocuk severim ama ebeveynlerle anlaşamıyoruz, onu ne yapacağız bilmiyorum.

Bir de son not, belki bu uçuşun görevlileri yorgundu, hakları yemeyelim bir de dönüş yolundaki görelim dedik ama dönüş yolu da daha yer hizmetlerinde çalışanların somurtmasıyla başladı. Bir daha da zor uçarım. (şimdi ben bu büyük lafı ettim ya kesin uçmak zorunda kalırım o da ayrı bir not)

Ay dur bitirmeden bir not daha, havayolu şirketleri ekonomi uçan yolcuların da para verdiğini unutmasa ne kadar iyi olur. Sanki bizi babamızın hayrına uçuruyorlar gibi ne bu azamet kardeşim.