23.11.15

Siz Iyi misiniz?


Bundan tam 7 yıl önceydi. Günü gününe... Üstelik yine bir Cuma akşamıydı. Paris’e ilk taşındığım gündü. Taşınmanın yorgunluğunu bir kafenin terasında bir kadeh şarap eşliğinde atalım demiştik. Herhangi bir kafe seçtik. Bir başkası da olabilirdi, orası tenhaydı, Sushi restoranının tam yanındakine oturduk.

Geçtiğimiz Cuma akşamı, Veronique de aynen böyle yapmış. Çocuklarını bırakmış, arkadaşlarıyla yemeğe çıkmışlar. Aslında gitmek istedikleri kafe doluymuş, 7 yıl önce aynı tarihlerde yine bir Cuma akşamı benim oturduğum kafeye oturmuşlar. Veronique öldürüldü. Onunla beraber o kafede oturan 19 kişi de öldürüldü, başka kafelerde oturan, konser dinlemeye giden toplam 130 kişi öldürüldü.

Geçtiğimiz Cuma akşamı Paris’te değildim, Paris’te olsaydım, çok büyük ihtimalle, evimin hemen yakınındaki Rue de Charonne’daki kafelerden birinde bir terasta olurdum ben de. Belki Veronique ile yan yana masalarda otururduk. Madakaskar’daki çocuklara yardım ediyormuş, 2 çocuğunu da Madagaskar’dan evlat edinmiş. Afrikalı manevi çocuklarımı konuşurduk. Eminim anlaşırdık. Saldırılardan sonra kocasının bir röportajını dinledim, çocuklarıma anlatmak çok zor diyordu, bundan sonra bizi ayakta tutacak tek şey Veronique’in şimdiye kadar bize verdiği sevgi olacak diyordu, sevdiklerinize sarılın, bir gün kendinizi yeterince sarılmamış bulabilirsiniz diyordu.

130 kişi korkunç şekilde katledildi. Ve Paris ayağa kalktı. Önce Parisliler sosyal medyadan, hiç tanımadıkları insanlara evlerini açtı. Paris polisi sokaklarda gezmeyin demişti, ve insanlar nereye gideceklerini bilmiyorlardı, birbirlerinin evlerine sığındılar. Taksiciler taksimetre kapadı, herkesi evlerine ücretsiz taşıdılar. Ertesi sabah ise Paris kan vermeye koştu. Saatlerce bekleyerek kan verdiler. Grafiti sanatçıları kendiliğinden bir araya gelerek saldırıların yapıldığı 10.bölgede bir duvara Paris şehrinin Latince mottosunu boyadılar, polis seyrediyordu “normal şartlar altında durdurmamız gerekir, ama bu başka” diyorlardı.

Parisliler işlerine gitmedi, saygı duruşuna gitti, hükümetin güvenlik nedeniyle gösterileri ertelemesine rağmen kendiliklerinden Republique meydanında ve saldırıların yapıldığı yerlerde toplandılar. Korkmuyorlar mıydı? Korkmaz olurlar mı hiç? Konuştuğum, haberlerini almak için aradığım bütün arkadaşlarım korkudan ölüyorum ama evimde duramıyorum, gitmeliyim diyordu.

Saldırıların yapıldığı 10. ve 11. Bölgeler, Paris’in etnik, kültürel, demografik özellikleri hala karma kalabilen nadir bölgelerindendir. Parisliler saldırıları direkt olarak hayatı yaşama şekillerine saldırı olarak gördü. Bu bölgelerde yaşayan, sanat seven, müzik seven, hayat seven, aydınlık yaşamak isteyen, bir arada yaşamak isteyen insanlara saldırdı karanlık hayatlar isteyenler. “Kazanamayacaklar” diyor Parisliler. Kazanamayacaklar.

Bütün bunlar olurken, Parisliler kenetlenirken biz Türkiyeliler bu konuda da ayrışma fırsatını kaçırmamıştık ve birbirimizi yiyorduk. Lübnan’a ses çıkarmayanlar neden şimdi konuşuyor diyenler, profil resimlerini neden Fransız bayrağı yaptılar, şehit cenazelerinde Türk bayrağı yapmamışlardı diyenler, batılılar yaptıklarının cezasını çekiyor diye acımasızca yorumlar yapanlar... Sanki aynı barbarlar daha 1 ay önce Ankara’da canımızı yakmamış, 100 insanımızı katletmemiş gibi! Ondan önce Suruç’ta pırıl pırıl gençleri aramızdan hoyratça kopartmamış gibi! O katliamlardan sonra bu ülkede insanlar maç seyretmeye, dizi izlemeye hiçbir şey olmamışçasına dönmemiş gibi! O maçlarda Ankara katliamında katledilenler ıslıklanmamış gibi! Sonra yine bir maçta bu defa Paris katliamında hayatını kaybedenler ıslıklanmamış gibi! Katliamdan hemen sonra -hiçbir sorumluluğu olmasa- önlem almamaktan dolayı sorumluluğu olan hükümet yeniden seçim kazanmamış gibi! Yaşamayı sevenlerden nefret edenlerin cinayetlerini sadece ve sadece banliyölerde uyuşturucu ve camiler arasına sıkışıp kalmış öfkeli gençler klişesi üzerinden açıklamak için birbirleriyle yarışıyordu “her şeyi bilenler”, bu nefret o klişe açıklamaya sığabilirmiş gibi!

130 kişinin yüzlerine teker teker baktım, Ankara’da, Suruç’ta katledilen herkes kadar tanıdık yüzler onlar da. O yüzler arasında ben olabilirdim, siz de olabilirdiniz, sokakta yan yana geçtiğiniz insanlar, bir kafede gülümseyerek günaydın dediğiniz insanlar, metroda yanınızda oturan insanlar olabilirdi hepsi de. Hepimiz birbirimize benziyoruz çünkü. Paris’te, Ankara’da, Suruç’ta, Beyrut’ta, Bamako’da, Nijerya’nın kuzeyinde küçük bir köyde öldürülen de.. Kimse o gün evinden çıkarken “karanlık biri bugün beni katledebilir” diyerek başlamıyor gününe. 

Ankara katliamının üzerinden 1 ay, Paris katliamının üzerinden 1 hafta geçti, dün de İslamcı teröristler Mali’de bir otelde 22 kişiyi öldürdü, bunun da üzerinden 1 gün geçti. Fransız Liberation gazetesi haftasonu başlığını “(saldırıların üzerinden) 1 hafta geçti, peki ya siz? Siz iyi misiniz?” diye atmış. Peki siz? Siz iyi misiniz

dip not: Bu yaziyi yeni ozgur politika gazetesi icin yazmami rica ettiler. Yazi bugun yayinlandi. 

25.3.15

Aklımı Maldivler'de Yitirdim, Süper Oldu

Maldivler yazısı the Magger'da, okumak isteyenleri şöyle alayım;

The Magger

Ay dur gitmeden bir kaç foto görelim derseniz:









27.2.15

Çay 2 - Tarhana 0

Parkeleri gıcırdayan evleri seviyorum. Burada da onlardan bulmuştum. Ama hepsine pimapen takmışlar. Parkeleri gıcırdayan eski evlerin pimapenle çirkinleştirilmesine prensip olarak karşıyım. Prensip mühim bir şey. Onun için 5.kattaki asansörsüz yeni daireyi tuttuk. Üniversitede hoca olan 90 yaşındaki kadının hatıralarının üstüne kapanıp, onların üstüne sokaktaki sesleri geçirmeyen pimapeni protesto ettik.

Şimdi o 5 kata bavulumu nasıl çıkaracağım? Prensiplerim de bir ucundan tutar herhalde artık.

İstanbul’dan dönüyorum da, annem bavulumu doldurdu. 23 kilo, hemen hemen aynı boydayız. Bavulun tekerlekleri olduğu için benden daha donanımlı aslında, o beni taşısa daha iyi olabilir. Zaten her şeyi de sığdıramadım, tarhana kavanozu yine dışarıda kaldı mesela. Geçen defa da yine aynı tarhana dışarıda kalmıştı, çayla tarhananın maçında çay 2-0 önde.

Neyseki havaalanında Roman bekliyor beni. Roman bu şehirdeki İngilizce konuşan tek taksici. Aynı zamanda kankam. Bulamadığım her şeyi Roman arayıp buluyor benim için. Uçaktan iner inmez, cep telefonuma ilk bibip, babamın mesajı; “indin mi kızım? eve varınca bize haber ver”, ikinci bibip, D’nin mesajı; “hoşgeldin, seni sevdiğimi bugün hiç söylemiş miydim?”. Üçüncü bibip, Roman’ın mesajı; “bavul için araba al, sen ufaksın taşıyamazsın”

Yolda Roman önce Ukrayna’dan haberler veriyor, batan bankalar varmış, grivna daha da devalüe olmuş, benzine zam gelmiş, doğudaki ateşkese kimse uymuyormuş, haftasonu doğu Ukrayna’dan gelen birilerini arabasıyla Berlin’e götürmüş, birkaç saat arabada uyuyup tekrar Lviv’e dönmüş, euro artık çok pahalıymış, yolda çok para harcamasın diye karısı yanına yiyecek vermiş.

Sonra Türkiye’den havadisleri soruyor. Ne olsun be Roman diyorum, aynı bile değil çünkü her gidişimde daha kötü, gencecik kaybettiğimiz, erkek şiddetine, devlet şiddetine kurban verdiğimiz insanların resimlerinden billboardlar yapıp, isimlerinden afişler yapıp, gülerken çekilmiş fotolarından profil fotoları yapıp, “ölümsüzlüklerinden!” hashtag’ler yapıp, doğru şeyleri söyleyip yaşayıp gidiyoruz işte diyorum. Unutmamamız gerekenlerin sayısını artıra artıra öyle işte…

Aynı yani diyorum, bir nesil yaşlanamıyor. Ne tuhaf di mi insan yaşlanabildiği için kendine küsüyor diyor. O Putin’e Ukraynaca ağır bir küfür sallıyor. Putin’e hep aynı küfrü ettiği için anlamını biliyorum. Sakın sen söyleme ama diyor, gülüyoruz.


Tarhananın atıldığı bavulu Roman, 5 kat çıkarıyor. Annen damadına yemekler gönderdi kesin diyerek kendi kendine kocaman kocaman kahkahalar atıyor. Gideyim de benzin alayım, çok pahalılandı benzin çok diyor. 

16.2.15

Size İnat Yaşayacağız Özgürce


Eksik bir şey hep vardı; nezaket epeydir eksikti mesela, taşındığını görüp, “hoşgeldiniz kolay gelsin” dediğin komşunun cevaben “kolaysa başına gelsin” demesi gibi

Evet kaba bir şey hep vardı; okulda, işyerinde, sokakta, trafikte herkesin herkese bağırmayı kendinde hak görmesi mesela.

Yanlış bir şey hep vardı; iş görüşmesine gittiğin çok eğitimli amerikan aksanlı direktörün “ben bu pozisyon için sarışın birini arıyordum” demesi, parmağındaki yüzüğe bakıp “nişanlı mısınız” diye sorması, aynı soruyu bir erkeğe sormayı cesareti bırak aklına bile getirmemesi gibi mesela

Kötü çok şey hep vardı; apartmana yeni taşınan yalnız kadın için tüm komşuların bir araya gelip “iti kopuğu doldurmasa bari” diye “endişelenmesi!”, hayatın her alanına yayılan taciz öykülerinde hep kurbanın parmakla gösterilmesi mesela

Sinir bozucu şeyler hep vardı; sabırla bir şey anlatırken olanca cahilliğine bakmadan yılışıkça gülüp “konuş konuş neye yarayacaksa” diyenler mesela, siz dediğin herhangi birinin ısrarla sen demesi mesela, yolda yürürken terbiyesizce korna çalanlar, laf atanlar, peşine takılanlar, istemedikleri bir cevabı verince yüzünü kızartıp elini ayağını titretecek kötülükte küfür edenler mesela hep vardı.

Umursamazlık hep vardı; çocuklar öldürülürken bana ne deyip bitmek bilmeyen aptal yarışmaların, TV dizilerinin bir sonraki bölümünü merakla bekleyenler hep vardı. 

Demem o ki benim bu ülkeyle olan derdim yeni değil, epeydir küskünlüğüm vardı mesela. Lakin kötülük hiç bu kadar baş tacı edilmemişti, kötülük, yalancılık, hoyratlık, zorbalık, vahşilik… çukurlarından çıkarılıp hiç bu kadar kutsanmamıştı. Kadınlar resmi ve en yetkili ağızlardan bu kadar şiddetli ve bu kadar sık saldırıya uğramamışlardı. 

Şimdi yitirdiğimiz genç bir kadının ardından yine ağlıyoruz. Günlerdir hepimiz kabuslar görüyoruz. Özgecan’ın hep korktuğu şeyin başına geldiğini anladığı andaki çaresizliğini biz de hissediyoruz. Çok kadın verdik erkek şiddetine, çok çocuk verdik, çok trans birey verdik. Güvenecek kimsemiz de yok doğrusu. Birbirimizden başka. Şimdi biz bu ölüm kalım savaşına dönüşen vahşet ortamında bir araya gelmedikçe, kutsanan ve cezasız bırakılan kötülüğü başların ve ellerin üstünden alıp ayakların altında ezmedikçe, daha çok ölürüz, daha çok üzülürüz.

Ama biz de size inat yaşayacağız, pembe otobüslere, pembe perdelerin, pembe örtülerin ardına saklanmadan, bizi tıkmaya çalıştığınız kapalı kapıların, kendi doğrularınızın, ahlak hapishanelerinizin, karanlık fikirlerinizin içine sıkışmadan, ne giydiğimizin, nereye gittiğimizin, vücudumuzla, hayatımızla ilgili ne kararlar verdiğimizin, hesabını size vermeden, özgürce yaşayacağız. Özgürlükle barışacak bu ülke, başka türlüsü mümkün değil. 

11.2.15

Gerçek İnsanlar, Gerçek Hikayeleri

Ukraynaca öğretmenin Taissa’nın büyük halası, 2.dünya savaşı’nda Lviv nazi işgalindeyken, bir nazi subayının evinde hizmet etmesi için Berlin’e gönderilmiş. Lviv’de 2 küçük çocuğu, cephede - ablası ölünce yerine evlendirildiği eski eniştesi, yeni - kocası var. Berlin’in bombalandığı bir gece, hizmetçilik yaptığı subayın evi yıkılıyor, fırsat bu fırsat diyerek kaçıyor, herkes bombalamada öldüğünü sanıyor. O karmaşada saklanıp hayatta kalmaya çalışırken br Rus askerine aşık oluyor. Savaş bittiğinde, bir nazi subayının yanında çalışmış olduğu için bu defa Sovyetlere ait olan şehrine geri dönemiyor, Rus asker de sevgilisini bırakmıyor, türlü maceralarla Amerika’ya yerleşiyorlar. 80’lere kadar korktuğu için ailesine hayatta olduğunu haber veremiyor. 80’lerin başında bir cesaretle erkek kardeşine yazdığı mektup, Sovyetler Birliği’nde devlet memuru olarak çalışan kardeşinin işten atılmasına yol açıyor. Ukrayna bağımsızlığını kazanınca ilk defa ülkesine dönüyor, bıraktığı çocuklarıyla kavuşuyor.

Olga’nın sürgündeki amcası artık 90 yaşında, son arzum memleketimi Kırım’ı bir kez daha görüp öyle ölmek diye tutturuyor, vazgeçiremiyorlar. Maidan ayaklanması başlamadan hemen önce ömrü boyunca beklediği seyahati gerçekleştiriyor. Sonra Rusya Kırım’ı kendine katıyor, amca hala Kırım’da, ailesinden uzakta mahsur kalıyor, üzgün değilmiş, memleketime gömüleceğim diyor.

Spor eğitmenimin Alexiy’nin anneannesi Bolşoy baleriniymiş, Ukraynalı bir gence aşık olup Ukrayna devlet balesine katılıyor, Lviv’e yerleşiyorlar, burada onlarca balet-balerin yetiştiriyor, yetiştirdiklerinden biri kendi torunu, Alexiy. Tüm öğrencileriyle hep Rusça konuşuyor, hiçbir sorun yaşamıyorlar, ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala onu anan, ailesini ziyaret eden öğrencileri var. Alexiy, devlet opera balesindeki işini bırakıp yeni bir fitness salonunda spor hocalığı yapmaya başlıyor, çünkü böyle daha çok para kazanıyor.

D’nin ekibindeki gençlerden biri olan Sasha’nın teyzesi Maria, ailesine bakabilmek için İtalya’da bir iş buluyor, yaşlı bir kadının bakıcılığını yapacak, Ukraynaca’dan başka dil konuşamıyor, ama asıl mesleği hemşirelik olan bu kadın yine de yola çıkıyor. Talihsizlik ya daha işe başladığı ilk gece, yaşlı kadın ölüveriyor. Hiçbir dil konuşamayan, yabancı bir ülkede yapayalnız olan Maria, bakıcılığını üstlendiği kadının ailesinin bıraktığı numarayı arayıp panikle derdini anlatmaya çalışıyor. Ukraynaca söylediklerinden hiçbir şey anlamayan aile telefonu kapatıyor. Bunun üzerine Maria tekrar aynı numarayı arıyor ve bu defa herhangi bir yabancı dilde bildiği tek cümleyi söylüyor: “hitler kaput”. Aile 10 dakika içinde evde oluyor.

Irina’nın babaannesi, Rus asıllı. Rus ordusunda görev yapıyor, savaşta ilk kocasını, savaş koşullarında da tek çocuğunu hastalıktan kaybediyor. Lviv’e göçüyor, burada kendine yeni bir hayat kuruyor, 2.kocasını da erken yaşta kaybediyor, bütün hayatı boyunca hep çalışıyor, haftaiçleri ayrı haftasonları ayrı işlerde… Tüm parasını biriktiriyor, savaş görmüş, kıtlık görmüş yaşlı kadın, biriktirdiği tüm parayı alıp bir tür devlet tahviline yatırıyor, sonra bir gün bir anda Sovyetler Birliği çöküyor ve bütün bir hayatın birikimi olan devlet tahvilleri peçeteye dönüyor. Yaşlı kadın aklını yitiriyor, ömrünün sonuna kadar sokaklarda dileniyor.

Yuri aslında psikiyatr, Kanada’ya göç etmiş, diploması kabul edilmeyince masör olmuş. Babası hastalanınca Lviv’e geri dönüyor. Sabahları devlet hastanesinde savaştan dönen askerleri tedavi etmeye çalışıyor, öğleden sonraları masörlük yapıyor. 


Ukraynadakiler şöyle, Ukraynadakiler böyle diye uzaktan ve tanımadan büyük büyük konuşuyoruz ya hani hepimiz, gerçek insanlar ve zorlu hikayeler var burada da, dünyanın her yerinde olduğu gibi. Bilin istedim.   

29.1.15

Ukraynaca Durum Raporu

Durum raporu veriyorum, şakır şakır Ukraynaca konuşmaya başladım demek isterdim ama 3 ay oldu ve ben hala şimdiki zamanda fiil çekmeye çalışıyorum. Kuralı ezberledim bir de fiilleri aklımda tutabilirsem tamamdır.

Henüz “markete gidiyorum, 1 saate dönerim” cümlesini kurabilmiş değilim. Herhangi biriyle en derin sohbetim; hava soğuk, çok soğuk, kar yağıyor, kar yağmıyor’dan derine inemiyor. Şimdilik hava cidden soğuk olduğu için bunları öğrendim. Hele bir yaz gelsin bu derin içeriğe hava sıcak, çok sıcak cümlelerini de eklemeyi hedefliyorum. İnsanın kendine hedefler koyması önemli.

Ukraynacam çok hızlı ilerlemiyor olabilir ama pantomim yeteneklerimde dev ilerleme kaydettim. Şahane bir “domates almak istiyorum” performansım var mesela, ödüle layık. Gerçi bazen “kırmızı elma istiyorum” performansımla karıştırılabiliyor. Pazardan meyve-sebze alma pantomim performanslarımın sonunda “ne kadar” sorusu ile kapanışı yapıp, cevaba karşılık direkt cüzdanımı açıyorum. Böylesi daha kolay oluyor. 

Telefonumun foto albümünde gerekli gündelik yiyecek içecek malzemelerinin fotoğrafları var. Mesela pırasa fotosu. Noel öncesi elimde çizimlerle gidip kasaba filet mignon anlattım.  Ukraynaca 0 - Pratik hayatta kalma cin fikirlilikleri 1326849. 


İşte iyilik sağlık ne olsun, şimdi gidip markete kabartma tozu anlatmalıyım, hadi görüşürüz bye