30.1.11

Bi Güneşimden Kaçsanız..

Coconut Groove-Elmina Liman Sehrinde
Geçenlerde bir araştırma  yayınlandı. Fransızlar en depresif milletmiş. Bir de konuyla alakasız ama aynı zamanda Avrupa’da en çok tavşan gibi üreyen milletmişler. Üreyip üreyip sonra da « bu krizde bu kadar çocuğa nasıl bakıcaz gari » diye depresyona giriyor olmasınlar ? Üreme konusunun doğruluğunu teyit edebilirim. Evimiz hergün daha da kalabalıklaşan bir çocuk parkına bakıyor çünkü. Neyse ama asıl konumuz bu değil.

Fransızların depresyonunu kısmen « güneş ışığı eksikliğine » bağlıyorlar. Bangır bangır haberlerini yaptılar geçenlerde. Hemen üstüne solaryum salonları reklam vermeye başladı tabii « sağlığınızı düşünüyorsanız hemen solaryum seansı ayırtın ! Güneş Pıtırcığı Solaryum Salonu konusunda lider » vs vs diye. Aman sağlığınızı düşünün tabii. Cilt kanseri mi? o ne?
Biz Afrika’daykene söylemesi ayıptır böyle 4 mevsim güneş, dört mevsim deniz-kum, elimizde margaritalar ohh tropik hayat ne rahat tadında yaşıyorduk. Öyle olunca da insana bir şımarıklık geliyor. Amaaaan bu ne böyle canım hep güneş hep güneş! Yağmur yağsın!. Kışlık kıyafetlerimi özledim bennnnn!... Salak mısın senin IQ’un kaç çocuğum derler adama. Kışlık kıyafetten başka özleyecek şeyin yok mu be?
Gana'daki plajimiz Kokrobitey
Gana ve Fildişi Sahili eylem boylamlarında kış mevsimi yok. Kıytırık bir yağmur mevsimi var. Onda da işte 2 ay falan hava biraz kapıyor. Hergün bir kere yağmur foşurduyor iri iri. Hava kapkaranlık oluyor ama o da 1 saat sonra geçiyor. Bu yağmur mevsiminin güzel tarafı sabahları boncuk terler gözünüze girmeden terasta kahvaltı edebiliyorsunuz. Ama öğleden sonra yine insan nemden yapışıp kalıyor. Bir de böyle sürekli üşüyen sipsi arkadaşlarınız (vardır ya böyle ne cam ne klima açtırırlar -boyunlarına vuruyor diye - siz orda sıvı kaybından can verirken) illa akşam yemeklerini terasta yiyelim diye tutturunca daha az acı çekiyorsunuz hava 2° serinlediği için.
Işte o zamanlar « D » ve ben eve gelip klimayı sonuna kadar açıp perdeleri de kapatıp kış gelmiş üşüyormuşuz gibi yapıp beynimize feyk atardık. Kemiklerimiz 5 yıl içinde öyle bir ısınmış ki jelibon   kıvamına gelmişler resmen. Neyse biz o soğuk istiyoruz gazıyla bir taşındık gerisin geriye Avrupa’ya, ilk birkaç ay yaka bağır açık yaradana sığınıp geziyoruz. Karmış yağmurmuş hiç gamımız değil. 3. Aydan itibaren kulak memesi kıvamındaki kemikler original haline dönünce aldık boyumuzun ölçüsünü. Simdi yine perdeleri kapatıp bu sefer elektrikli ısıtıcı açıp Afrika plajı hayalleri kuruyoruz. Haaaa bir de biz yazlık elbiselerimizi özledik yahu !





eski güzel günesli günler ahh ahhh


26.1.11

Bu da Kafa Ama!...

Paris’teki dairemiz daha emniyetli bir yerde olamazdı. Yolun bir ucunda itfaiye, diğer ucunda polis, ortasında da (su şişesi hihihihi değil tabii) hastane var. Cok şahane bir durum. Dünya ahret sırtımız yere gelmez. (Bekar arkadaşlarıma not Paris itfaiyecileri çok yakışıklı oluyor. Bilerek mi seçiyorlar bilmiyorum. Sabahları onlar da diğer ölümlüler gibi Seine kıyısında jogging yapıyor. Insan yanyana geçerken göbek içeri, omuzlar dik poz vere vere koşası geliyor. Kendim için söylemiyorum valla amaç size hizmet. (« D »nin Türkçe bilmemesi iyi birşey yalnız bu noktada). Neyse yani göz zevkine hitap eden avantajları da var durumun.  Ama bir de dandik tarafı var ki… siren sesleri.
Sabahın 3’ü gecenin 5’i hiç farketmez sürekli bir « naninaninani » durumu . Bazen içlerinde kimse yokken sırf ışıklarda durmamak adına yapıyorlar gibi geliyor. Yoksa bu kadar yangın, acil durum vs varsa bitmişiz haberimiz yok.
Afrika’da ambulans, itfaiye naninanisi yoktu. 5 yılda bir kere duymadım. Siren sesini bırak hastanenin acil servisi mesai saati bitiminde kapanıyordu. Ciddiyim arkadaşımızın başına geldi. Trafik kazası geçiriyorlar şehir dışında bir yerde. Neyseki 2 arabalar. Arka arabadakiler bunları hemen arabalarına atıyorlar ama birinin durumu ciddi. Yoldan da hastaneyi arıyorlar « yoldayız acil durumda bir hastamız var hazır olun » diye. « Tabii caaanım” diyor hastane. Bir geliyorlar ki acil servis kapalı. Kapısında da kilit var. Kardeşim ayıp ama mesai saatleri dışında kaza yapılır mı evde hanım çocuklar bekliyor. Lütfen bir daha daha dikkatli olalım bu konuda.
Bu demek değil ki Afrika’da uykumuz siren sesiyle bölünmeden uyuyabiliyorduk. Ülkenin başkanı falan neyse, onları geçtim de diyelim ki köyün şefinin oğlunun canı dondurma istedi. Cıkıyor 8 arabalık konvoy yola “naninaninaninani” beyin dürtüklemesi. Ya da polis şefinin 2 numaralı karısı markete alışverişe gidecek “naninaninaninaniiii” bunu gören 1 numaralı eş de komşuya dedikoduya gidecek “naninaninaninaniiii”… bu listeyi hayalgücünüz dahilinde devam ettirmeyi size bırakıyorum. Rahat olun serbest bırakın hayalgücünüzü muhtemelen hepsi gerçekten uzak olmayacak. Bir de tabii olay naninaniyle bitmiyor. Bütün o oğlanın dondurma isteği, hanımların dedikodu seansları sırasında trafik de yola çıkılmadan 1 saat önce ve varılan yere ulaşımdan 1 saat sonrasına kadar kesiliyor. Trafiğin açılabileceği haberi geldikten sonra da polis yol kenarında güneş gözlüğü falan satın alıyor olduğu için trafik beklemeye devam ediyor. Ama bir dakika durun yaaa aslında bu trafik kesme durumu çok da tuhaf komik değil biz bunu zaten bir yerlerden tanıyoruz!!
Afrika’da (tahtalara vurun) yangın falan çıkacak olsa itfaiyenin geleceği yok tabii (zaten daha önce söylemiştim adres yok adamlar nereye gelsin. Urfa’da oxford vardı da biz mi okumadık yani). O panik halinde “şimdi kardeş büyük mango ağacından sola dön köşede hasır sepet yapan amcayı görücen gördün mü? Heh işte düz devam et kırmızı duvarlı evi geç, sebzeci kadınlarla tavukların otladığı (tavuk otlar mı be?) patikadan gir sağdan say 3.ev dumanları tutan işte bizim ev ….” diye anlatana kadar ev kalmaz zaten. Adamlar da bunu bildiği için siz taşınırken eve birer yangın tüpü getirip bırakıyorlar. Kendi işinizi kendiniz görün gayri bizi de uğraştırmayın. Bizim yangın tüpü biraz şaibeliydi yalnız üzerinde birşey yazmayan çakma aygaz tüpü gibi birşeydi. Ateşe tutunca daha da harlayabilirdi yani. Neyse ki “D”nin mangal girişimlerinin hiçbiri için tüpe gerek kalmadı. Islak havluyu alevlere bastırmak yöntemiyle kalıcı sonuçlar alabildik.
Bizim eve tüpü getiren itfaiyeci –ki fantazilerinizi bozacağım ama Fransızlar gibi değildi noel babanın sakalsızı gibiydi daha çok – “bak madame bir de yangın battaniyesi var onu da şöyle kullanacaksın” diye Vida’nın yeni yıkadığı çamaşırlardan birini kapıp, yıkanmak için bekleyen kirli tabağın üstüne attı. Sonra Vida itfaiyeciyi kovaladı, ben de onların iç işlerine karışmadım şahsen.
Neyse Afrika’yı sadece bir iç savaş ve de bir ev soyulmasıyla atlattık. Yangınla, hastaneyle işimiz olmadı ama kardeşim biraz sessiz be. Bu da kafa yani!

24.1.11

Insan Faktörü..Isa'nın Hanımı Benim Ahbab Olur!

isviçre'den görüntüler
Herkes bana « aileni, arkadaşlarını bırakıp da nasıl çektin gittin zor değil mi ? » diyor. (Bir de bir arkadaşım geçen yazıda ki çarmıha gerilmiş orman faresini de sordu ama görsel bulamıyorum bi bulsam onu da anlatıcam)Zor tabii insan özlemez mi burnumda tütüyorlar. Ama birincisi ben zırt pırt Istanbul’dayım (cidden ama zırt ve pırt hatta bazen "aaaa sen yine mi burdasın" diyorlar bana yani hiç özletmiyorum kendimi ) ikincisi de insan uzaktayken sevdiklerinden uzaklaşmıyor daha da yakınlaşıyor. Yok yok gözünüz korkmasın sevgi böceği pıtırcık yazı yazacak değilim girizgah yapıyorum. Kompozisyon derslerinde öğrettilerdi ya giriş gelişme sonuç olaraktan.
Arkadaşlar eksilmediği gibi katlanarak büyüyor. Mycose bölünmeyle dünyaya yayılıyoruz ben ve arkadaş grubum. Bütün bu « hop orda hop kapı arkasında hayat »ın en zevkli kısmı değişik değişik insan tanımak. Delisi de var, bilgisinden sizi böcek gibi ezeni de. Dedim ki herşeyi yazıp da bu insanlardan en renklilerini yazmazsam olmaz. Arada bir böyle tanıdığım farklı insanlardan yazacağım.
Isviçre’ye taşındık. Fransızca konuşulan (Allaam sana şükürler olsun bu konuda) kısmına. Eh haliyle hemen Fransızca derslerine başladım. Ilk arkadaşlarımdan biri Kolombiyalıydı. Adına Lucy diyelim neme lazım Türkçe google translator yapar falan papaz olmayalım. Kocasından biraz tırsıyorum çünkü. Lucy çok tatlı. Beline kadar kıvır kıvır saçları var. Boyu da bizgillerden yere yakın. Kolombiya’nın en çok Shakira’sı ile gurur duyuyor. Yumuşacık bir sesi var. (Shakira'nin degil Lucy'nin) Tatlı tatlı konusuyor. Sevmemek imkansız. Yalnız feci de safdil. Birgün mesela göl kenarında piknik yapıyoruz. Yanımıza hippi bir genç geldi, otumuz var mı diye sordu, “yok genç bizde senin aradığındandedik. Lucy çocuğun ne sorduğunu anlayınca kıpkırmızı kesildi çok korktu « Biz böyle şeyleri Kolombiya’da hiç bilmeyiz ilk defa duyuyorum » dedi. Yavrum benim aynı Kolombiya’dan mı bahsediyoruz hani Pablo Escobar’ın memleketi olan? Siz Bogota’nın ay üssü alfa tarafından mısınız yoksa ?
Bu Lucy feci dindar katolik. Böyle kilise kapısında Pazar - Pazartesi dinlemeden yatanlardan. Biz iç savasta rehinken hergün kilise kilise gezip bizim için dua etmiş. Resmi nikahla evli kocası da isviçreli. Ama resmi nikaha rağmen Lucy kahroluyor çünkü bir türlü kilisede evlemiyor. O kadar endişeli ki bu duruma kalp krizinden tanrı katına gidecek tez elden o şekilde. Isviçredeki bütün rahiplere soruyor çok günaha giriyor muyum diye. Aklı başında adamlar “kızım sen tanrı katında evlisin bırak artık dertlenmeyi” diyorlar ama bizim ki onlara güvenmeyip Bogota’daki rahibini arıyor haftada 2 defa « bakın emin misiniz çok günaha giriyor muyum” diye. Kolombiyalı rahip bile bunu deli buluyor ki « ya git kızım işine hasta mısın » minvalinde cevaplar veriyor . (bu cevabı daha ulvi bir şekilde veriyordur ama eminim ki) Fakat bu kadar Brezilya dizisi kıvamındaki dramaya rağmen neden kilisede evlenemediklerini bir türlü anlamıyoruz vs.
Sonunda birgün bana açılıyor –tabii sırrını internette yaydığımı bilse bir daha aynı şeyi yapmazdı sanırım -. Meğer bizimkinin kocası şizofrenmiş ve kendini « Isa » sanıyormuş.  « Ben Isa’yım kızım kilisede kimseyle evlenemem » diyormuş . Eh iyi de resmi nikah ne iş o zaman ? Neyse adamdan neden korktuğumu şimdi anladınız mı ? Zaten grupta tek gayrihristiyan (böyle bir laf var mı acaba ?) ben varım çocuk bir gece beni imana getirmek için kilise sunağında falan doğramaya kalkacak neme lazım.
Işin asıl tuhaf kısmına şimdi geliyorum ki o da şu ; Lucy aslında psikiyatrist. Harbiden bak kız Amerika’da master’ını yapmış cirlop gibi de işi varken bir Avrupa gezisi sırasında kocasıyla tanışıyor. Bizim çakma Isa –ben hiç yemiyorum ya adam çalışmamak için rol kesiyor gibi geliyor bana- kızdan hasta olduğunu saklıyor bunlar böyle « long distance » aşk yaşıyor, evlenmeye karar veriyor. Ne zaman ki ön balayı için Paris’te buluşuyorlar, bizimki « ben Isa’yım hepinizi kurtarıcam çekilin ulan ayağımın altından » triplerine giriyor ve işte Lucy duruma böyle uyanıyor. Biraz safdil dedim ya tabanları yağlayacağına « ama benim mesleğim bu, onu tek başına bırakıp kaçamam, hipokrat yemini » falan diye bile bile çakma Isa’yla evleniyor. Pardon da hipokrat bu durumu görse « yemişim kendi yeminimi kaç kızım kendini kurtar » derdi bence.
Neyse bulmuş bizim çakma Isa böyle safını o gün bugündür ekmek elden su gölden yaşıyor. Kız master’a falan rağmen Fransızca öğrenene kadar para kazanmak için evlere temizliğe gitti, eşek gibi çalıştı ama ne zaman ki « bugün bulaşığı sen yıkar mısın ben mahvoldum yorgunluktan » dese Isa, « ne bulaşığı benim daha önemli işlerim var dünyayı kurtarıcam çekil şurdan daha 100 tane ave maria okumam lazım » diyor.
Ben bu ikiliyi 7 yıldır tanıyorum. Peki 7 yılda ne oldu dersiniz ? Ne olacak Lucy  2 çocuk doğurdu. Hala da hem çalışıyor, hem bütün ev işlerini yapıyor, çakma Isa da hergün saat 14’e kadar uyuyor. O 2 velete de bakmadığı için kızın kazandığı 3 kuruş bir de kreş parasına gidiyor. Bir de en son çocuklardan birini parkta kaybettikten sonra ben kendimi tutamayıp Isa’ya saldırınca « bu ne rezillik daha ne kadar kullanacaksın bu kızı ya çalış ya da ev işlerini yap » diye (ben de canıma mı susamışımdır nedir) kız pençelerini çıkarıp kocasını koruyor.
Yaaa işte böyle arkadaşlar, kıssadan hisse kocası sertifikalı deli de olsa siz karışmayın. Karısı sizi yoluyor yoksa. Koca budalalığı kültürel birşey değil kadınsal birşey « benim olsun da deli olsun farketmez ». Bir de acaba hamili kart yakınımdır yazsa öbür tarafta bir işimize yarar mı ? (Ay töbe yalebbim çarpılıcam şimdi şakacıktan dedim)
Tabii bir de bu yazıya resim bulamadım haliyle çünkü kızın adını yazma resmini koy biraz ayıp olur gibi geldi. Onun için olayın geçtigi mekan olan Isviçre resmiyle idare edin bu defa.

20.1.11

Alo! Abi Bi Foufou Parasi Be...

Su GPS cihazı olmadan önceki günlerimizi hiç özlemiyorum. Kaybolmalar, arabanın içinde yok yol sordun yok sormadım tartışmaları, yolu sorduğun adam kafadan sallayıp cevap verdiği için yine kaybolmalar (ben öyle yapıyorum da ordan biliyorum)
Gana’da arabamızda vardı bir tane. Ama adam akıllı trafik haritası olmadığı için sadece dümdüz uzanıp giden yol görünüyordu ekranda. Fransa’da ise onsuz yaşayamayız. «D» ve ben –muhtemelen şimdiye kadar anlamışsınızdır- biraz gezentiyiz. Biz ikimiz, bir de Gisette (GPS'imizin adı Gisette. Kendisi sigaradan dumanlı sesli bir Fransız kadını. Yolu şaşırırsak verdiği "geri dönün dedim size" nevrotik tepkilerinden de belli bu) arabayla Paris dışını keşfetmeye bayılıyoruz.
Geçenlerde yine böyle bir keşif gezisinden dönüyorduk ki Gisette’in kafası karıştı. Kendimizi bir anda sokak satıcıları, cam temizliyiciler, dilenciler, yola fırlayan tavuklar ve arkasında koşan rengarenk kıyafetli adamlar arasında bulduk. Flashback oldu Afrika’ya mı döndük yoksa aslında biz Afrika’dan hiç çıkmamışmıydık ? Bütün herşey tatlı bir rüya mıydı ? Gisette kısa yol diye bizi Afrika mahallesine getirmiş ama tabii günlerden ne olduğunu kafası basmadığı için pazarın içinde kalmışız.
Paris’te trafikte arabanın yanına gelip mevsimine göre yiyecek içecek ve her mevsim sarj cihazı satan sokak satıcıları yok tabii. Yalnız burada bir numara var ki şimdiye kadar 13 kere falan denk geldim. Özellikle turistik yerlerde yürürken temiz giyimli bir kadın hemen önünüzde yere eğilip yerden bir yüzük alıyor. « Bakın bu sizden düştü galiba altınmış da yazık az daha kaybedecektiniz » diyor. Eğer oyuna gelir de « evet evet benim yüzüğüm o ver onu bana » derseniz sizden iyi niyet parası istiyor. Eğer istemezseniz bu defa da « ama alın yazık olmasın bana da karşılığında birkaç euro verin » diyor. Ona da hayır derseniz « abla be bi ekmek parası be 12 çocuğum var herif evde yatalak » milletlerarası dilenme monologu başlıyor.Ben bu saçma tiyatroya kimse kanmaz diyordum ama Amerikalı turistlerin olaya her defasında kandığını ve zengin iş adamlarının sırf kurtulmak için 10ar 10 ar euro verdiğini görünce vay be dedim.
Afrika’da sokak satıcılığı ve dilencilik yaratıcılıkta çığır atlamış. Dakar’da bir gece yemeğe giderken bir sokak dolusu tekerlekli sandalyeli dilencinin istilasına uğramıştık. Yemekten sonra eve dönerken kaybolduk (şimdi farkettim de neden biz sürekli kayboluyoruz ?) ve boş bir sokakta bütün o tekerlekli sandalyelerin üst üste parkedildiğini gördük. Mesai bitmiş herkes evlerine gitmiş!
Afrikali dilenciler onlara bakmamanızı ve para vermemenizi ilgilenmediğiniz anlamına değil de onları görmediğiniz anlamına yoruyorlar. Bizim evin sokağında vardı öyle biri. Bacakları yok –tövbe yalebbim- bizim araba da yüksek, arabanın yanına gelip gelip zıplıyor, camdan bir kafa bir görünüp bir kayboluyor. David Lynch filmi gibi bir sahne ! Bir de günün ilerleyen saatlerinde sıcağın etkisiyle tembelleşen dilenciler yol kenarına oturup size elleriyle « hey sen Obruni gel de bana para ver işareti » yapıyorlar. Yardım et ama buraya gel de et be hacı beni yürütme oraya kadar ! Obruni Gana'da beyaz adama verilen isim. Biz obruni onlar da obibini.
Bir de telefonla dilencilik yöntemi var ki bizzat başıma geldi. 2 gün üstüste sabah saat 0530 da telefonum çaldı. Afrika’da cep telefonları, ev telefonlarından daha yaygın ve ekonomik nedenlerle özellikle hazır kartlar daha çok kullanılıyor. Ama hiç kimse kontörlerinin eksilmesini istemediği ya da asla kontörleri olmadığı için herkes birbirinin telefonunu bir kere çaldırıp kapatıyor. Ama 35 saniye içinde o numarayı geri aramazsanız bu 1 kere çaldırıp kapatma sinir bozucu bir şekilde 20 kereye kadar devam ediyor. Bu olaya flashing deniyor. İşte benim telefonum da sabah 0530 da bir kere çalıp kapatıldı. Telefonu kapatıp uyumaya devam ettim. 3. sabah yine aynı saatte yine aynı numara 1 kere çaldırıp kapatınca bu defa geri aradim. Sabahın o saatinde 3 gündür beni uyandıran yabancı kadın sesi bilin bakalım benden ne istiyordu? Para... evet bu hiç tanımadıgım münasebetsiz kadın rastgele bir numara çevirip karşısına çıkana da “ben çok fakirim paraya ihtiyacim var” diyor. Tabii canım adresimi vereyim sen mi gelirsin yoksa sen yorulma ben evine getireyim mi?
Sokak satıcıları ve trafik üzerindeki etkileri başlı başına bir tez konusu. Araba başına ortalama 5 seyyar satıcı düştüğünü ve Afrika’da alışverişin asla ve asla pazarlıksız yapılmadığını bilirseniz durumun vehametini hayal edebilirsiniz. Simdi 2 minibüsü dolduracak kadar insanın bir minibüse doluşmuş olduğunu hayal edin (minibüsün tepesinde açık havada ve bagajda da insanların olduğunu unutmayın). Bu minibüslere Gana’da "tro tro", Fildisi Sahili'nde "vuru vuru", Senegal'de "car rapide" (hizli araba derken??) deniyor. Bizim Sarıyer-Beşiktaş minibüslerinin "bush taxi" versiyonu.  Bu minibüsler doldukça kalkıyor, « ne zaman kalkar » dediğiniz zaman –zaten artık biliyorsunuz – « kalktığı zaman kalkar » diyorlar. Minibüse tavuk, keçi her türlü hayvanla biniliyor. Hayvanlar genelde tavana konuyor. Ben bir defasında bağlanmadan tavanda durmaya çalışan bir keçicik görmüştüm. Her frende keçicik muhtemelen 3 kuluvallah 1 elham okuyordu. Iste bu keçili, tavuklu her yanından salkım saçak insan sallanan tro tro'daki her bir yolcunun tek tek o minibüs başına düşen 5 seyyar satıcının tepsisinde sattığı malları inceleyip pazarlık edip satın aldığını düşünün. İşte size tipik bir afrika şehri öğleden sonra trafiği.
Bu arada satıcıların ürün yelpazesinin yaratıcılığını merak edenler için: plastik yaka isimliği (?), ülkenin futbol milli takımının futbolcularının anneleri ve arabaları ile – neden olduğunu sormayın hiç bir fikrim yok – çekilmiş resimlerinden oluşan takvimler, tuvalet kağıdı, canlı köpek yavruları ve yabani papağanlar (bir satıcıyla tam kuş gribi zamanında uzunca absürd bir polemige girmistim. Polemigin seyrini direkt hayal gücünüze bırakıyorum. "Madame kuş grip olmaz ki alsana niye almıyorsun"), hangi manyağın talep edip arz yarattığını asla anlayamayacağım canlı boa yılanı!!, tuvalet klozet kapağı, bahçeye koymak için yapma flamingo kuşları, düdük, ülkenin bayrağı motifli don (fantaziye koş?) ve tabii her türlü yiyecek (kızarmış muz cipsleri –ki olsa da yesek-, patlamış mısır, kızarmış balık, çarmıha gerilmiş iri orman faresi, şeker kamışı, hindistan cevizi vs vs)
Yaaa görün işte elalem neler satıyor. Simdi köprü yolunda benim için de simit yiyin ve evlerimize dağılalım.



17.1.11

Uluslararası Ilişkiler...Ülkelere Göre Iş Yaptırma Sanatı

Daha önce size söylemiştim ya sizde keyifler gıcır ama biz burada kışı donarak geçiriyoruz. Meksikalı arkadaşlarımız var. Tam da bu soğuklarda kaloriferleri bozulmuş. Kibritçi kız gibi uyuyorlar. "Tesisatçıyı o kadar tehdit ettim işe yaramadı" dedi geçen gün laf arasında. Anlaşıldı dedik neden 1 aydır süründükleri. Evinden uzak yalnız kovboy hayatında henüz amatörler. Bu ilk ülkeleri. Dolayısıyla Fransızlara tehditle iş yaptıramayacaklarını bilmiyorlar.
Böyle zırt oraya fırt buraya taşınırken ilk öğrenmeniz gereken kime nasıl iş yaptıracağınız bence. (Bloğa yeni başlayanlar için not ; bu satırların yazarı 6 yılda 6 ülke değiştirdi. 6 and counting ! ) Haliyle her günümüz savaşlar, yerliler bir macera bir macera kıvamında geçmiyor, neticede "D"nin işi aslan terbiyeciliği değil yani. Dolayısıyla arada böyle kalorifer, tesisat gibi fani işlerle de ilgilenmek gerekiyor. Savaş durumunda çok efektif sırt çantası toplayabildiğim gibi bu konuda da çok becerikliyimdir. Dinleyin yani beni pişman olmazsınız. 
Isviçre en kolay yerdi. Herşey o kadar saatli, düzenli ve dakik ki hayat bir Isviçre saati kıvamında akıyor gidiyor. Hatta ben Türk olduğum için genelde tesisatçıya ben geç kalıyordum. Yalnız tek bir yamuk durum var, bütün servisler dünya pahalısı. Hani Türkiye’den tesisatçına uçak bileti al gidiş dönüş, vize masraflarını da karşıla daha ucuza gelir o derece. Eh haliyle insan kendi işini kendi yapmayı da öğreniyor. Cok pis bulaşık makinası temir ederim harbiden bak.
Afrika’ya gelince her yol mübah. Tehdit, övgü, cazgırlık, ağlamak, yalvarmak, fazladan para ödemek, parayı ödememek vs vs… Hiçbiri çalışmıyor bu yöntemlerin nasılsa atış serbest onun için. Senegal’de mesela bir türlü balkon kapımızı tamir etmek istemeyen güvenlik görevlisi/kapıcılarla tecrübemiz bir gece ansızın evimizi soymalarıyla sonuçlandı (tabii ki tamir etmedikleri balkon kapımızdan girerek). Polis tabii ki sorumluları bulamadı ama arkadaşlar göstere göstere penceremizin altında evden aşırdıkları discman ve hoparlörlerimle alem yaptılar. (burada aç parantez ben tabii ki "D"ye o kapının başımıza dert açacağını söylemistim ve tabii ki o da beni dinlememisti kapa parantez)
Gana’da zaman mevhumu bizden çok farklıydı. Tamirciye "ne zaman geliyorsun" deyince her defasında cevap « geldiğim zaman gelicem ». Cok açıklayıcı oldu canım benim sağolasın. Bir defasında perdeleri asması için 3 aydır beklediğim -ki sayesinde komşularımızla çok entim bir ilişkimiz oldu birbirimizin don paça halini tanımak suretiyle – « gelicem işte bekle ne işin var ki ? » dedi ! Mutfaktaki sıcak su azıcık ama çok azıcık damlıyordu. Cevre sorumluluğu, doğaya saygı falan dedim tesisatçıyı çağırdım. « Tamam madame tamir ettim 10 numara çalışacak artık » dedi. Doğaya saygı duymaz olaydım, eve bir döndüm ki bizim evden taşan sular 2.kattan itibaren niagara şiddetinde binayı yıkıyordu. Devamında kabaran parkeler de yanına bonus. Sonra aynı tesisatçı (biz de adam olmayız yalnız hala aynı adamı sokmuşuz eve) "kabaran parkeleri 2 günde değiştiririm, 10 numara olur, no problem" dedi. (evet afrika’da tesisatçı ve parkeci aynı adam hatta aynı zaman da ütünüzü tamir edip üstüne telefon kartı da satar). O parkeler –tabii ki- 10 günde değişmedi ben sonunda adama saldırdım o da bisikletine atlayıp kaçtı ve bir daha dönmedi. Yeminle bak işi bıraktı resmen! Bir süre Vida'yla arkasında kostuk ama yakalayamadık.
Derken geldik Fransa’ya. Burda da işler bir keyfi bir keyfi. (yoksa Fransızlar da mi kızılderililerin oldugu gibi Türk????) Paris’i bilen meşhur Haussmann tarzı binalarını da tanır. Baron Hausmann denen bir zat-ı muhterem 3.Napoleon zamanında Paris'in valisi. 3.Napoleon ile beraber Paris'i Londra gibi prestijli bir sehir yapmak için çalısıyorlar. Bütün Paris’i yıkıp bir örnek tekrar inşa ediyor. Bizim evimiz de işte o tarz bir bina. 110 yıllık. Cok şahane, pek romantik tamam da 110 yıllık dedim tekrar dikkatinizi çekerim, ısınmıyor, akıyor vs vs.
Binanın bütün bu işleri için de Monsieur Laurent var. Kendisi Mr Proper falan gibi birşey. Yalnız işler tamamen onun keyfine bağlı. Bizim eve gelmeyi seviyor çünkü bana yeni Fransızca kelimeler öğretirken çok eğleniyor. Her gelisinde çekiç, çivi, efendime söyliyim boru, yalıtma vs gibi çok faydalı kelimeler çalısıyoruz. 2009 ocak ayında alt komşumuz su sızıntısı var dedi. Monsieur Laurent bütün katları gezdi, "sızıntı sizden haftaya gelip banyoyu kırıcam" dedi bize ve gitti. Hazirana kadar kendisinden haber almadık. Bu arada bizim banyo duvarımız da kabardı ve sızıntının üst kattan geldiğini anladık. Haziranda randevusuz falan çıkıp geldiğinde durumu gösterdim « doğru o zaman önce üst katı kıralım » dedi. Bu defa da ağustosa kadar kayboldu. Ağustosta gelip direkt yine bizim banyoyu kırdı benim itirazlarımı dinlemeden. Heryeri kırdıktan sonra da bana dedi ki « iyi de burada nem yok bu akıntı sizden değil ki! » Eeeeee evet ben de aynen öyle diyordum ya ! "Haftaya gelip tamir edicem" dedi. Ağustostan beri kendisinden haber alamadık. Aaaa pardon yalan söyledim haber aldık tabii, telefonla beni arayıp « Fransızca fayans, duvar kabarması, boya ne demekti çalışıyor musun dersini ? » diye kontrol etti. Cok sorumluluk sahibi çok !
Uzun lafın kısası kelin ilacı olsa başına sürerdi siz beni niye dinliyorsunuz ki ?
Not1: Fransızca fayans da fayans demek zaten 
Not2: Simdi düsündüm de yoksa Fransızlar Türk degil de Afrikalı mı?
Not3: Aslında hepimiz Afrikalı degil miyiz?

12.1.11

Evde Yokuz, Indirimdeyiz

Simdi bu Fransızlarda her şeyin bir kanun, kural, usulü var. Ama bir de bu kurallara uymama kuralı var. Sadece bir kurala histeri  şeklinde uyuyorlar : indirim (les soldes)

2 sene önce kasım ayında Paris’e taşındık. Aralığın başından itibaren radyolar, televizyonlar yaygara koparmaya başladı « indirime 5 hafta, indirime son 4 hafta vs » diye. Dedim noluyoruz alt tarafı 3-5 trikonun fiyatı inecek nedir yani bu bangırtı. Hayır Istanbul’da çalıştığım zamanlardan biliyorum zara indirime gireceği gün kızlar « hastayız » der işi kırardı ama o kadar yani.
Neyse sonunda beklenen indirim günü geldi (Ocağın 2. Çarşambası bu arada haberiniz olsun). Ben dedim Afrika’dan yeni geldik daha ilk günden köyden indim şehire olmasın kıroluk yapmıyim birkaç gün bekliyim. Zaten « »yi de ürkütmenin alemi yok çocuk Paris’e geldik kadının içine canavar kaçtı demesin. Sonra korkar Bangladeş senin Sri Lanka benim taşınır dururuz neme lazım.
O gün renkli kişilik tesisatçımız Monsieur Laurent bize geldi –ki Monsieur Laurent başlı başına bir yazı konusu onu ilerideki günlerde işleyeceğiz-. Daha kapıdan girer girmez "Madame P siz indirime gitmiyor musunuz" dedi gözlerini dehşetle açarak. Ulen dedim tesisatçı bile indirim diyor. Ben bir işkillendim durumdan. O mutfakta çalışa dursun ben camdan bir baktım ki toplu bir histeri krizi yaşanıyor sokakta. Züccaciyecinin önünde bile kuyruk olmuş insanlar birbirini yiyor, ellerinde paketler paketler birbirlerini lobut gibi devirerek koşarak ilerliyorlar ama bu arada devrilen de hemen ayağa kalkıp koşmaya devam ediyor. Hiiiiii ben evde ne yapıyorum diye ceketimi aldığım gibi kendimi sokağa attım. Monsieur Laurent’a da "kapıyı çekip de çıkın siz" dedim. Insanlar ellerindeki paketler yüzünden metroların kapılarını açamıyor hatta metrolardan düşüyorlar falan. Haliyle insana böyle bir tufan çıkmış da nuhun gemisine en kısa yoldan çek taksici diye haykırarak koşmak güdüsü geliyor. Artık önüme hangi dükkan geldiyse girdim, elimi atıp da ilk ne bulduysam aldım. Amatörlüğümün cezasını 39 numara botlar ve xxsmall kazaklarla ödedim o ilk indirimimde (ayaklarım 37 ve asla xxsmall olmadım ömrümde). Zaten genelde çalı fasulyesi formundaki Fransız kadınlar için yapılan kılıkların arasından bakla formuma zor kılık buluyorum, şahdık şahbaz olduk yani.
Meğer kanuna göre yılda sadece 2 indirim oluyormuş. Biri ocakta diğeri de haziranda. Ve de öyle %10 falan değil bildiğiniz en az %50 açılışla. %80’e kadar yolu var. Üstelik de bütün bütün mağazalar, yes baby bütün diyorum, Chanel, Dior, Gucci bile !!! Onun için de indirimden 1 ay önce dükkanlar neredeyse tatile giriyor hatta siz alışveriş yapmak isterseniz bile « ama sadece 1 ay kaldı bekleyin » diyorlar. Ve de indirim günü tüm dükkanlar saat 8’de açılıyor. Zaten ilk 2 gün de elde ne varsa bitiyor.
Ilk acı tecrübemden sonra işin püf noktalarını kaptım. Hatta olayı obsessif kompulsif’e bağlayıp hangi metroya binilip hangi dükkanlara gidilecek, hemen el atılacak mallar ve durdukları reyonlar krokisi ve zaman çizelgesi yapıyorum ki optimum verimi alabileyim. Sevdiğim yerlere gidip bir hafta önceden « hadi be hacı şu elbiseyi bugünden ver işte bana %40 indirimle nasılsa haftaya inicek. Madem vermiyorsun o zaman kenara ayır be bacım » taktiği yapıyorum bir de. Bu taktik simdiye kadar çalışmadı ama birgün mutlaka! Hissediyorum.
Neyse yani uzun lafın kısası bugün o gün. Meşhur indirim günü. Ben kaçıyorum dakika dakika takip edilecek bir planım var hadi bye…

10.1.11

Yaşlanmayan Insanların Kıtası - Geride Kalanlar

Afrika hepimizin bildiği gibi ya da aslında hiçbirimizin bilmediği gibi. Buraya gelmeden önce hayal ettiğiniz herşeyi burada buluyorsunuz. Ama bir yandan da hayal bile edemediğiniz daha birçok şeyle şaşkına dönüyorsunuz. Hepimizde Afrika’yı kıtalardan biri diye sayarak gerçek yüzölçümünü hayal gücümüz sınırları içinde küçültme eğilimi var mesela. Ya da Afrika’yı Avrupa gibi homojen sayma eğilimi. Bütün Afrikalıları aynı sayıyoruz. Bilinçaltımıza Amerikan filmlerinden işlenen düşünce suçu hafif ırkçılığımız yüzünden derilerinin rengi onları gözümüzde aynı kılıyor. Oysa ne alakası var? Politik olarak değilse de fiziki renk tanımı içinde mesela bir Almanla aynı rengi paylaşıyor olmamıza rağmen bizim aramızda dünyalar kadar fark yok mu? O halde mesela bir Ugandali ile bir Ganali’yı niye aynı kefeye koyuyoruz? İstanbul sokaklarında gördüğümüzde hepimize ilginç gelen parlak güzel ciltli insanları neden merak etmiyoruz da onlardan daha ziyade ürküyoruz? Ah hep o romanlar değil mi? Beyaz adam eti yiyen yerliler, bellerinde samandan etekler olan vahşi savaşçılar...asla ukalalık taslamak değil amacım. Pek azımızın ömrü boyunca Afrika’yı anlayacak kadar Afrika’da yaşama şansı var. Hadi itiraf edelim macera düşkünü safariciler ya da et düşkünü “spor” avcıları dışında da hiçbirimizin tatil listelerinin ilk sıralarında değil Afrika. Ben de önyargılarımla ve cahilliğimle ayak bastım Afrika’ya. Oysa şimdi tüm bir kıta için ortak tek nokta bulabiliyorum. Burası yaşlanmayan insanların kıtası. Savaşlardan, açlıklardan, iklim dengesizliklerinden, bir türlü çözüm bulunamayan hastalıklardan, sivri sineklerden yaşlanamadan göçen insanların kıtası...
Her öğle yemeğinden sonra espressomuzun yanında rejiminizi bozmamak adına sadece bir kare tükettiğimiz çikolatada Afrika var.  Hayatlarında nihai ürünü yani çikolatayı tadamadan, dünyanın diğer çocuklarına, daha şanslı doğanlarına çikolata yetiştirmek üzere kakao tarlalarında zorla çalıştırılan köle çocukların kıtası burası. 5 yaşından küçük çocukların bile kaçırıldıkları ya da ailelerince satıldıkları, günlük kazançları en fazla 1 doları ancak bulan çocukların kıtası.
Işte tam da bunun için ben Afrika’dan çıksam da Afrika benim içimden çıkmıyor.  
Size de bulaştırmış olmalıyım ki aranızdan birkaçınız « tamam seni Fransızlar kurtardı da peki Madeleine, Faustain ve Seidou’ya ne oldu ? » diye sordu. Araya noel, yeni yıl girdi bir türlü yazamadım.
Ilk kargaşa geçtikten birkaç ay sonra « D » 24 saatliğine Fildişi Sahili’ne geri döndü. Konteyner’imizi toplamak üzere. Cünkü biliyorsunuz ben yanıma ala ala epilasyon cihazımı almıştım! O süre içerisinde Faustain ile telefonlaşıyorduk zaten, « D »yi havaalanından o aldı. Hatta evin toplanması 24 saatte bitmediği için geri kalan eşyaların toplanmasını da o sağladı. « D » ayrılmadan önce Faustain’in çok sevdiği televizyonumuzu ona hediye etti (bkz. Fildişililer yazım) Televizyonla beraber bir sürü eşyayı da aslında. Faustain akıllı çocuktur. Savaş mavaş demeden ailesinin geçimini sağlıyor hala. Hala noellerde ve yılbaşlarında mesajlaşıyoruz. Ömür boyu arkadaşımız kalacak.
« D » o 24 saat için geri döndüğünde Seidou’yu kapımızın önünde beklerken bulmuş. Meğer biz tahliye edildiğimizden beri her gün işe gider gibi gelip, belki o gün döneriz diye akşama kadar bekleyip sonra evine dönüyormuş. « D »yi görür görmez tabii çok sevinmiş. Ama temelli taşınmak üzere olduğumuzu öğrenince ki tepkisi ve bir anda ümidini yitirip omuzlarının çöküşü bugün hala « D »yi çok sarsar. O hayalkırıklığını size tarif edebilecek yazı gücüm olsa keşke.  « » bırakabildiğince para ve erzak bırakıp Seidou ile vedalaştı. O zamandan beri ondan hiç haber almadık. Hatırlarsanız içlerinde durumu en riskli ve üzücü olanı oydu çünkü kuzeyli müslümanlardandı ve güneyde kendisini düşman kabul edenlerin arasında hayatta kalmaya çalışıyordu. Ne yazık ki ne telefonu ne de sabit bir adresi var. Sadece iyi olduğunu umut edebiliyoruz o kadar.
Madeleine’i « D » göremedi. Faustain aracılığıyla biraz para bıraktı sonra 2 yıl kadar ondan hiç haber almadık. Cünkü onun da ne telefonu ne de adresi vardı. Adres nasıl olmaz derseniz şöyle ; Batı Afrika’da düzenli posta servisi yok, adresler de zaten « büyük mango ağacını geçtikten sonra büyük beyaz evle hindistan cevizi arasında kalan ev » şeklinde. Sirketler vs yazışmalarını direkt havaalanına gidip uçaktan teslim alıyorlar. Neyse biz Gana’ya taşındık hayatımıza devam ettik. Birgün öğleden sonra « D » beni aradı ve « hazır ol eve birini gönderiyorum çok şaşıracaksın » dedi. 10 dakika sonra evin kapısında Madeleine duruyordu. Heyecandan delirdik çığlık çığlığa birbirimize sarıldık tabii bu arada Vida da ne olduğunu anlamadan bize bakıyordu. Madeleine’i daha önce yanlarında çalıştığı Fransız bir diplomat ve ailesi bulmuş. Diplomat oldukları için vize çıkarabilmişler ve onu Gana’ya getirmişler. Madeleine hiç Ingilizce bilmiyor. Fildişi Sahili’nde Fransızca ve Gana’da Ingilizce konuşuluyor. Ama birgün patronunun arabasıyla « D »nin çalıştığı şirketin Gana ofisi önünden geçerlerken logoyu tanıyor. Ertesi gün oraya kadar yürüyüp « »yi tanıyan biri olup olmadığını sormaya karar veriyor. Ve işte bizi böyle bulmuştu. Sonra tabii hiç ayrılmadık her Pazar hiç aksatmadığı kilisesinden çıkıp bize nescafe içmeye geldi. Vida da onu hiç kıskanmadı, işini elinden alır diye hiç endişelenmedi hatta aksine Accra’yı tanımadığı için Madeleine’e yardımcı olmaya birkaç kelime Ingilizce öğretmeye başladı. Diplomat aile Fransa’ya geri dönünce Madeleine ülkesine dönmek istedi. Ama hala onunla mektuplaşıyoruz. Cep telefonu ya da internet kullanmadığı için birbirimize mektuplar yazıyoruz. Biz tabii « D »nin şirketinin adresine gönderiyoruz o da oradan alıyor mektuplarını.
Bu arada bugün hala Fildisi Sahili’nin seçim karmaşası çözülmedi. Ulkenin bir seçimi kaybettiği halde yetkisini devretmeyen başkanı bir de seçimi kazanan ve tüm uluslararası kamuoyunun resmen tanıdığı başkanı var. Galip olan BM güçleri tarafından korunan bir otelde mahsur. Yiyecek temini ancak BM helikopterleri tarafından yapılabiliyor. Fransa ve diğer Avrupa hükümetleri vatandaşlarına ülkeyi terk etme emri verdi. Mağlup başkanın Avrupa ve Amerika’daki tüm malvarlığı donduruldu (inanın bana Afrikalı yöneticilerin mal varlıklarını bilseniz kendinizi kısa yoldan köprüden falan atarsınız. Uçuk Afrika para pul, sefa konusu da başka bir yazıda artık) Son duyduğumuza göre galip başkanı destekleyen kuzeylilerin kapıları etnik gruplarını gösterecek şekilde işaretleniyormuş. Bu da insanın tüylerini ürpertiyor çünkü Rwanda’yı hatırlatıyor!!!

3.1.11

Paris - Münih Hattı


Saat 24'ü vurunca

Toplam 3 yılbaşını birileriyle, arkadaşlarla geçirmeye çalıştık. 3’ü de bir halta benzemedi. Ilki Isviçredeydi sıkıntıdan hadi saat 12 olsa da bitse dedik. Diğeri Paristeydi 2 arkadaşımız cidden kavga etti yılbaşına herkes surat asarak girdi. Sonuncusu da Accra’daydı onda da hepimiz yemekten zehirlendik yeni yıla yeşil suretlerle girdik. O yüzden bizim “D” ile yılbaşı geleneğimiz yalnız ikimiz biryerlere seyahat etmek. Bir de yeniyıl dediğin soğuk olmalı yani soğuk yerlere seyahat etmek.
Simdiye kadar Amsterdam (eğer saçınız fönlüyse ve süsünüz bozulmasın istiyorsanız sakın Dam meydanında girmeyin saat 12de ucuz şampanya yağmuru başlıyor), Lucerne (hotel des Balances çok tavsiye ederim hem oteli hem de restoranı), St Gallen (burası “D”nin üniversiteyi okuduğu şehir onun için de heyecanla beni bütün öğrencilik yılları gece klüplerine götürdü nasıl eğlendiysek hala davetiye gönderiyorlar), Brüksel (gece 12de havai fişekleri izlemek için the Grand Place’a indik meğer gösteri başka biryerdeymiş biz de yeni yıla havai fişekleri dinleyerek girdik) de yeni yıl kutladık.
Bu yıl « D » sürpriz yeniyıl tatili hazırlamak istedi. Tembel insanın el kitabı sürprizlere bayılırım. Yola çıkmadan bir gece önce rüyamda Milano’ya gittiğimizi gördüm kendi kendime bir de tutarsa ne havalı olur dedim ama medyumluk yeteneğimin olmadığının sağlaması yapılmış oldu çünkü destinasyon Münihmiş. Benim Almanya’ya karşi hislerim şüpheyle başlamıştı ama bütün bu evden uzakta yaşama macerasında tanıştığım sahane Alman arkadaşlarım bir de yine “D”nin sürpriz Berlin tatili fikrimi değiştirdi. Her ne kadar Berlin pasaport polisi Senegaldeki Fransa elçiliğinden aldığım Schengen vizesi yüzünden suratıma havlamış olsa da Berlin’e vurulup dönmüstüm.
weissbier

Münih’e de vuruldum. Karlar altında masal şehri gibiydi bir kere. Ve de herkes kibar, herkes hoştu. Bu kadar güzel ve hoş insan Paris’te yok söyliyim size. Harika mağazalar vardı ama yeni yıl haftasonuna geldiği için hepsi kapalıydı ne yazık ki. Ama iner inmez ve de Paris’e dönene kadar litre litre şahane biraların içinde yüzdük. Ah o « weissbier » yok mu ? Ben onun içinde balık olurum balık. 


Hotel Louis

« » hep şahane oteller bulur. Ben internet sitelerindeki yalanlara kanıp dandik yerlere düşerim mesela hep ama o kül yutmaz. Bu defa da Louis Hotel’de kaldık. Oyle rahat ve eğlenceli bir otel ki pılı pırtıyı bırakıp yerleşirim valla ben oraya. Hani şu seksi şehir otellerinden…Japon mimarisi ile klasik Bavyera dekorasyonu karışmış müthiş modern birşey çıkmış. Içinde bir de meshur bir “modern Japon restoranı » var. Adı Emiko. Yılbaşı yemeğini orada yedik. Biz tabii Paris’ten alışkanlıkla saat 8’de hala odamızda sallanıyorken restorandan telefon açtılar ve kibarca onlara katılmaktan vaz mı geçtik diye sordular. Bir anda Almanya’da olduğumuzu idrak edip koştur koştur restorana indik. Meğer menü gereği herkese servisi aynı anda başlatmaları gerekiyormuş. Restoran dibine kadar dolu ve de tek yabancılar biziz çünkü restoran meşhur ya Münihli bir sürü insan da yeniyıla orada giriyor. Salona girdigimzde bizi karsılayan öldürücü bakıslara özürler dileyerek karsılık verdik. Bizi beklerken insanlar boş oturmasın diye garsonlar dayamışlar kokteyli  dayamışlar kokteyli herkes saat 8de leylaydı. Ertesi gün çok hayır duası almışızdır mutlaka! Yemeğin özelliği saat 24’e kadar 15 ayrı çesit tabağın masaya gelmesi ama bütün porsiyonlar küçük ve hep 2 kisilik ortadan paylasmalık. Basbasa yeniyıl içine ideal yani. Menüde balıktan ördeğe, çorbadan kobe beef’e kadar yok yok. Cennete düstüm yani senin anlayacağın. Saat 24’te otelin terasında sampanyalar esliğinde havai fisekler izleniyor sonra da sabaha kadar dans!!... Bizi beklerken bütün kokteylleri yutan Alman misafirler disko sırasında çok eğlendi bu sayede tabii biz de onlar sayesinde…

Münih sürprizinin en güzel yanı da tam 23 senedir görmediğim ama hep çok sevdiğim bir arkadaşımla birbirimizi yeniden bulmamız oldu. Yeniyılın ilk günü güzel hatıralarla içim ısındı. Diyorum bu Mark Zuckerberg’in cenneti yeri hazır olmalı!

Uzun lafın kısası Münih çok güzel yine gelecek ben. Ama bir de insanlar bu kadar uzun olmasın be kardesim. Kendimizi Gülliver devler ülkesinde hissettik! Haaa tabii bir de hepimize mutlu yıllar…