28.8.12

Köpekbalıkları Bizden Korksun

şu dalgaların altında kimbilir neler saklı
Bu aralar bir haber canımı sıktı. Reunion adalarında 2012 başından beri 3'ü ölümlü toplam 8 köpekbalığı saldırısı olduğu için ada turizmi olumsuz etkileniyormuş onun için de efendim köpekbalıklarının başına ödül konmuş. Bu rakam önemli çünkü 2000-2010 arasında oralarda hiç köpekbalığı saldırısı olmamışmış. Reunion biliyorsunuz denizaşırı Fransa bölgesi. Yani avı başlatan belediye başkanı Fransiz, balıkçılara parayı ödeyecek hükümet de Fransız hükümeti. Tabii ortalık ayağa kalktı, Brigitte Bardot protesto mektubu yazdı falan falan.

Köpekbalıklarından tırsmıyor değilim. Yılanlar bir, köpekbalıkları 2. Ödüm kopuyor. Öyle ödüm kopuyor ki Isviçre'de gölde yüzerken bile bacakları ve popoyu kolluyorum. Ama hem korkarım hem yüzerim. Afrika'da yaşarken her pazar gittiğimiz kendimize ait (böyle yazınca kulağa çok havalı geliyor ama gayet iptidai bambularla yarım yamalak çevrilmiş bir yerdi) bir plajımız vardı. 10 kişilik plaj grubumuzla her pazar koşa koşa gider, atlantik okyanusunda atlaya zıpla-rdık çünkü yüzülecek gibi değil çok dalgalı. Gana'nın sahilleri öyle Maldivler falan gibi dibi görünen sular değil, dedim ya çok dalgalı ve de bildiğin kopkoyu kapkaranlık, açıklardaki balıkçıların avlanmaları sırasında yarattıkları kan banyosu da cabası, biz şuursuzca zıplarken kimbilir kaç köpekbalığı kuyruğunu sallaya sallaya bacak aramızdan geçmiştir (yosundur o yosun). Göz görmeyince gönül katlanıyor.

Bir de ne zaman okyanuslu bir tatile gitsek sapır sapır köpekbalıkları saldırıları haberleri çıkıyor. Balayında Seyşeller'de kopekbalığına ara sıcak olan bir adam vardı ya hah işte biz o arada tam Bali'deydik. Adam şnorkel yaparken gitmişti biz de haberi sabah okumuş öğleden sonra şnorkel yapmaya gitmiştik. Herkes balıkları, mercanları falan seyretmiş olabilir ben gayet kafam geride ayaklarımı seyrettim. Çünkü bu eşek köpekbalıkları geldiler mi kafadan bir hamleyle işi bitirmiyorlar, illa bir kol, bir bacak, poponun yarısını götürecekler ki sürüne sürüne öl digerlerine de ibret ol.

Sonra Avustralya'da sörfçünün biri koca okyanusta gitti köpekbalığının üstüne düştü, durup dururken hayvanı kudurttu, hayvan can havliyle ısırdı (ki benim de durup dururken üstüme biri düşse ben de ısırabilirim) işte bu olduğunda da biz Hawaii'deydik. Yine sincap gibi hızlı hareketlerle etrafı kolaçan ederek yüzme tabii ondan sonra, kafan boynun tutulsun.

Bu Reunion olayları başladığında da (artık nasıl bir çelik gibi sinir sahibi adamsa sörfçünün biri tek kol ve tek bacağı köpekbalığına bırakmış yine de yüze yüze sahile çıkmış) biz yazın son deniz tatilini yapmak için Fransa'nın Atlantik kıyılarındaydık. Fransız hükümeti köpekbalıklarına savaş açmış köpekbalıkları da Fransızlara savaş açar mı açar bizdeki şansla. Fransa deniz sahasında anlatamazsın da hayvansever olduğunu ve fransız olmadığını.

Yani uzun lafın kısası evet tırsıyorum. O büyük beyaz yolun şaşırır Marmara'ya kadar yüzer diye de tırsıyorum mesela. Bilimadamları büyük beyaz şu şu denizlerde olur diyor ya bunu büyük beyaza da söylüyorlar mı mesela? Ya hayvan bilmiyorsa? Bir de aslında bizi fokla karıştırıyorlar insan etinin tadını sevmiyorlar diyorlar. Tekrar ediyorum, bu bilgiyi köpekbalığı ile paylaştık mı? Haberi var mı?

Ama yani bu demek değildir ki vay efendim hepsini öldürelim de rahat rahat yüzelim. Reunion'dan biriyle ropörtaj yaptılar mesela tehlike geçmeden denize girmem diyor. Nasıl geçecekse tehlike. hadi o bölgedeki hepsini öldürdün e hayvan yüzüyor oğlum, öbürlerini nasıl durduracaksın? Taşın o zaman göl kenarında bir yere. Senden önce orada köpekbalıkları vardı. Zaten uzmanlar da aynen benim söylediğimi söylüyor. Tabii onlar böyle söylemiyor ama diyorlar ki köpekbalığı saldırılarının çoğalmış gibi görünmesinin sebebi her yıl denize daha çok insan girmesi, gayet istatistiki bir açıklama bence bu. Çıkın oğlum denizden hallahalla gidin şişme havuzda yüzün. Bir de tabii köpekbalıklarını besleme turlarına giden gerizekalılar var -ki onları artık bildiği gibi yapsın- onların yüzünden hayvanlar kıyıya daha çok yaklaşıyormuş. Çok lazım cidden sizin köpekbalığı beslemeniz annenizin karnından indiana jones olarak doğdunuz çünkü. Güvercin mi bu besleyesin? Allahın vahşi hayvanı.

Neyse yani işte 3-5 turist parası gidecek diye Fransızlara hic yakıştıramadım bu işi. Biz ortalikta elimizi kolumuzu sallaya sallaya gezerken biz onlardan değil köpekbalıkları bizden korksun, bitiririz soylarını o olur.

12.8.12

Timsahlardan Balta Girmemiş Yağmur Ormanlarına

bu yagmur ormani aslinda Gana'daki, Senegal'de yasarken laptopumuz calindigi icin Sassandra fotolari kayboldu, fotolarin basilmis hali var ama kimbilir hangi kolide, koliler yerin 4 kat altinda depoda, zaten usenmesem gitsem depoyu dagitsam albumleri bulsam da scanner'im yok, onun icin hadi aratmayin bana depo derli toplu kalsin, D'yle aile krizi yasamayalim simdi guzel guzel otururken
Hikayemizin başını hatırlayalım; Pini, D ve 2 arkadaşları(fiziksel benzerliklerinden dolayı onlara Al Pacino ailesi diyoruz) Fildişi Sahili'nde bir balıkçı kasabasında sakin bir haftasonu gecirme plani yaparlar ve olaylar önce su sekilde gelişir, ve aşağıda okuyacağınız uzere devam eder.

Timsahlarla başlayan maceramız balta girmemiş yağmur ormanlarının derinliklerinde devam edecekti ve bizim bundan haberimiz yoktu. Dediğim gibi rehber/kanocumularımız bizi nehrin kıyısında bırakmış ve buradan dümdüz küçük yürüyün demişti.

Küçük yürüyün dedi ama rehberin kendisi orada doğmuş büyümüş, bizimse ömrümüzde görüp gördüğümüz orman belgrad ormanı, artık hangi doğa insanı genimize güvendiysek biz yine gerizekalı hareketler yapa yapa yürümeye başladık. Hareketleri gözünüzde canlandırmanız için örneklendiriyorum, koşarak birbirimizin sırtında zıplama, omuz atarak diğerini dar patikadan çıkarmaya çalışma, ilerideki ağaca önce kim varacak diye yarışıp anlamsiz yere yorulma gibi... He bir de tabii söylememe gerek yok herhalde yağmur ormanında yürüyüşe gidiyoruz ve yanımızda su yok! 


Yağmur ormanında kaybolmayan varsa aranızda durumu şöyle anlatayım; hava o kadar nemli ki nefes alıp verirken ağzınızdan çıkan havayı 3 boyutlu olarak görebiliyorsunuz, kalın bir ter tabakası insanın derisine yapışıyor, nefes alırken burnunuzun dibinde bir duvar var gibi, ağaçlar öyle yüksek ki tepelerini görmeye çalışırken dengeyi kaybedip sırt üstü düşme ihtimaliniz çok yüksek, içerilere girdikçe ağaçların sıklığından güneş ışığı da giremiyor, sürekli nem ve ıslaklıktan ağır bir küf kokusu...


Küçük yürümenin ilk saatinde patika yol çamura dönüyor, bastıkça bileklerimize kadar cörk diye çamura giriyoruz, bastığımız yerde ne tip mahlukatlar olduğunu bilmek istemiyoruz, bir düşünsenize o çamurun içinde cirit atan yaratıkları, ıyk!


Yürüyüşün 2. saatinde -artık herkes birbirinden nefret ediyor ve birbirini bir daha ömrü boyunca görmek istemiyor haldeyken- karşıdan bir kadın görünüyor, kafasında kocaman bir kap taşıyor, elinde de kocaman bir pala var. 4'ümüz birden heyecanla bakar mısınız diye hem zıplayıp hem bağırıp kadına doğru hamle yapınca kadın korkup gerisin geriye koşmaya başlıyor, kadın koşuyor biz kovalıyoruz, bu arada herkes aynı anda bağırdığı için kadın bizi anlamayıp hızlandıkça biz peşinden... 


Sonunda kadıncağız çamurda kayıp yere düşüyor, bizim yüzümüzden baştan aşağı çamura bulanmış ama hala sürünefek kaçmaya çalışıyor, hepi topu yol soracağız ama durum öyle absurd bir hal aliyor ki bu sefer de D ve arkadaşımız Al Pacino sürünmeye çalışan kadını ayaklarından yakalamış kaçmasın diye uğraşıyor, ben ve Al Pacinonun karisi ise "yakaladık, yakaladık" diye bağırıyoruz, sanki amacımız oymuş gibi. O anda birileri gelse ve bizi görse hayatta inanmazlar yol sormak istediğimize, zaten elimiz yüzümüz çamurla karışık ter, nemden saçlar kabarmış maymun gibi birşey olmuşuz, yetiyiz desek inanır insanlar, mağaradan az önce çıkmışız da evrimimizi tam tamamlayamamışız gibiyiz. Deli gibi bağırıp da yolu sormayı becerene kadar kadın bizimkilerin elinden kurtuldu kaçıyor, kalıyoruz yine ormanda tek başına. 

İçimizden biri evrimini tamamlıyor, ve beynini kullanmayı başarıyor, kadının geldiği yöne ayak izlerini takip edelim diyor. Nasılsa çamur ya çok zor olamaz. Kadının ayak izleri, ne olduğunu asla öğrenmek istemediğimiz irili ufakli başka ayak izleri vs takip ede ede sonunda bir afrika köyüne ulaşıyoruz, çalı klübeler o an gözümüze 5 yıldızlı otel gibi görünüyor. Ve fakat köye girmemizle meydanda toplaşmış bütün çocuklar ağlamaya başlamasın mı? Çocuklar köyden henüz hiç çıkmamıs tabii, e haliyle afrikalı olmayan kimseyi de görmemişler, biz de o an zaten pek insana benzemiyoruz, çocukların beyaz adamla ilk tanışması çok travmatik bir tecrübe oluyor ama muhtemelen ilerleyen günlerde anneleri yemek yedirmede hiç zorlanmamıştır, bitir yemeğini yoksa seni ormandan çıkan korkunç tiplere veririm!!! 

Sen tarzan ben Jane kivaminda cumlelerle derdimizi anlatiyoruz. Köyün gençlerinden biri hayrına son model bir cep telefonu çıkarıp! otelin numarasını arıyor, nasıl pislik içindeysek köylüler bize pek dokunmadan su falan veriyor, avrupalilari cok guzel temsil ediyoruz, otelin arabası gelip bizi alıyor ve "küçük" yürüyüşümüz sona eriyor.


Otele gidince otelin sahibiyle ne kadar sevgi dolu ve seviyeli bir iletişim kurduğumuzu tahmin edebiliyorsunuzdur. Otelin sahibi ise bize şu cevabı veriyor: " a o yol o kadar uzun mu sürüyormuş, ne bileyim benim hiç ilgimi çekmemişti hiç gitmedim!"   




10.8.12

San Andrea'dan Sassandra"ya


Malum sebepten bu hafta aklıma Afrika düştü. Siz benim zahmetsiz seyahatler dönemime denk geldiniz, her zaman böyle değildi. Afrika'da seyahat ederken blog falan yoktu, ama biz yine sehayat etmeden durmuyorduk.

Abidjan'a yeni taşınmıştık, ta İstanbul'dan tanıyıp aynı anda oraya taşındığımız pek kafa dengi İtalyan arkadaşlarımız var. Hepimiz Afrika'nın acemisiyiz. Nerden duyduk bilmiyorum, Sassandra'nın plajları çok güzel dedi birileri, biz de dünden hazırız hemen haftasonu için planlar yapıldı.

Sassandra, Gine körfezi ve Gaoulou milli parkı arasında bir balıkçı şehri ( hatta daha çok ıstakozculuk şehri demeli), 40 bin kişi yaşıyor, 1471'de portekizliler keşfetmiş, adını San Andrea koymuşlar, zamanla Sassandra olmuş. Milli park dedigime bakmayin kocaman bir yagmur ormani.

Abidjan, Sassandra arası 231 km. Yakın da üstelik ne var ki. Birkaç kişiye de sorduk "küçük uzak" dediler, Afrika'da acemilik günlerimiz ya bu "küçüğü" gerçek anlamında kullanıyorlar sandık. Şehirden çıktıktan sonra 5 dakika içinde gerçeklerle yüzleştik;

1. Mesafe kısa ama yol asfalt değil, asfalt olan yerler ise boydan boya çukur
2. Her 10 km'de bir polis barikatı-asker barikatı var. Ülke sivil savaşta, tamamen ortadan 2'ye bölünmüş, askerler sarhoş, barikatlarda durup camı indiriyorsun önce kimlik kontrolü sonra bira parası soruyorlar, bunlar konuşulurken omuzdan sarkan kalaşnikof -afrika'nın her yerinde istisnasız en çok bulunan şey- burnunuzun ucuna değiyor. nasıl tatil diye gözümüz döndüyse artık.

4 saat sonra bizi otele götürecek sapağa vardık, ondan sonra yol yokmuş meğer, toprak patika, aylardan ekim, Fildisi Sahili'nin kucuk yağmur mevsimi zamani, yagmurlardan o toprak patika da olmuş 3 boyutlu topografik harita, bavulları çeke çeke yağmur ormanının içinden geçecek değiliz elbet, arabanın altını bırakır mıyız acaba diye diye bir 2 saat daha, bağırsaklar bir noktada midenin etrafında fiyonk oluyor, sonunda vardık. 


Değer miymiş değermiş! Önümüz açık okyanus, plaja kurulmuş 5 tane bungalov var, dalgalar balkonunuzun önünü yalıyor, arkamız yağmur ormanı, dev ağaçların yaprakları çatıya değiyor, açık havada bir restoranı var otelin, balıkçılar tuttukları balıkları, istakozlari getirip satıyor, denizin tuzu tabağınızda, otelin sahipleri bir fransız çift, Afrika'nın böyle ücra köşelerine yerleşen yabancilarin genelde şaibeli hikayeleri oluyor, hikayelerini sormuyoruz, zaten onlar da çoktan Afrikalı olmuşlar. 

Ülkede iç savaş var ve yabancıları direkt tehdit ediyor ya herkesin birbiriyle sürekli irtibatta olması tembihli, her an herşey olabilir, bizden önce 3 acil tahliye yaşamışlar, şakası yok. Onun için telefonlara bakalım diyoruz ve ilk sürpriz tabii ki telefonlar çekmiyor. Zaten çekmesi anlamsız olur okyanus dedim, yağmur ormanı dedim ama işte hepimiz şehir çocuklarıyız ne bilelim.
    
Gündüzün romantik yağmur ormanı, ağaçlar camlara değiyor falan hisleri hava kararınca kalmadı tabii, kapkaranlık, telefonlar da çekmiyor, yılan mı girer, aslan mı iner, panda mı vardır yağmur ormanında ne hayvanı vardır ne bilelim, hoş aslan gelse telefon çekse ne olacak o da ayrı. Neyse aslan gelirse önce kafamı yesin de barı birşey hissetmeden küt diye gidelim diye dua edip uyudum uyandım sabahı ettim.

Otelin sahipleri Afrika'nın buralarında aslandı, fildi kalmadı merak etmeyin he ama yılan vardır tabii diye içimize su serpti! Kahvaltıdan sonra nehirde kano gezisi yapıp iç bölgeyi görmek ister miyiz diye sordular, kanoyla nehirde gezip sonra bir noktada inip "kucuk" bir trekkingle geleneksel bir köye varacakmışız, otelin arabası bizi oradan alırmış. Istemez miyiz hic? Şahane fikir diye önce fikre sonra kanolara atladık. 



Kanolar yukarıdaki resim gibi, ince uzun pek elegan, yerliler ağaçlardan kendileri yapıyor, 2 kanoya pay olduk. Yerli halkin geleneksel muhendislik becerileri, bu kanolarin asla batmayacagi devrilmeyecegi konularinda cok bilmislik yapa yapa yola koyulduk. Nehirde yapılabilecek bütün gerizekalı hareketleri yapıp çok eğleniyorduk, işte birbirini ıslatma, diğer kanoyu devirme çalışmaları, bacaklar suyun içinde, kafa suyun içinde gitme, kanonun içinde tek ayak üstünde dengede durma oyunu gibi... Nehrin ucuna doğru kanoyu kullanan rehberimize bu nehirde ne balıklar var diye sorduk, saydı saydı balık cinslerini çok tanırmışız gibi en sonunda da bir de timsahlar var tabii dedi! Neeeee? Timsah mı? Oğlum ben 45 dakikadır kafam suda gidiyorum niye daha önce söylemiyorsun timsah olduğunu!!! E nehir bu, nehirde timsah vardır, biliyorsunuz sandım dedi! Benim tanıdığım nehirlerde yoktur. Ben tanidigim nehirlerde boyu elimi gecen balik bile yoktur. Kanocu anlamadi, icinde timsah olmayan nehir olmaz dedi. Kültür şokunun ilk ölümcül örneğini verebilirdik. Yolculuğun bunu takip eden kısmında tabii ki hepimiz ellerimiz ayaklarımız kanonun içinde kıpırdamadan oturduk ve devrilmeyecegine sonsuz inancimiz olan kanolara daha bir supheyle bakmaya basladik.

Derken "küçük!" yürüyüş kısmına geldik, kanocular bizi bıraktı, burdan dümdüz "küçük" gidin köyü bulun dedi....

O patikada bizi neler bekliyordu, küçük yürüyüş ne kadar sürecekti, otele dönünce az kalsın kim katil oluyordu, bunlar ve daha bir çoğu yarın extra bagaj'da...

5.8.12

Bazen Gider Dostlar...


Yakında 10 yıl olacak, yolculuğa çıktığımız. Yol hikayeleri minyatür hayat hikayeleri. Her zaman mutlu hikayeler olmuyor. Bu hafta yolculuğun bir etabında bize eşlik eden bir dostumuzu kaybettik.

Yokluk dostlukları daha kıymetli demeyeyim ama daha farklı oluyor. Arlette bizim yokluk dostumuzdu. Gana'da 4 yıl birbirimize dayandığımız dostlardandı. Bizim evi su bastı bütün havlularını ve komşuları toplayıp bize koştu, onun kocası ölümden döndü hastaneye biz yetiştirdik, biz bir minibüsle kaza yaptık yardıma onlar koştu, minibüsün yolcularını Arlette kendi arabasıyla evlerine dağıttı, havaalanına hep birbirimizi taşıdık, D'nin sürpriz doğumgünü hazırlıklarını ben onun evinde sakladım, onun kocasının sürpriz doğumgününe biz kalktık paris'ten gittik, D seyahat etti yalnız kalmamam için her akşam şaraplarını alıp benimle oturdular, onun beli ağrıdı zahmetli alışveriş turlarını ben yaptım, buzlu cam kapılarımız birbirine açıldı, balkonlarımız birbirine baktı, bazen birbirimizden sıkıldık kapıları açmadık, onun annesi öldü beraber ağladık, üvey oğlu tutuklandı Gana'daki karakolu beraber ayağa kaldırdık, sonra çocuğu onun hışmından bizim evde sakladık, diplomatik kuryeleriyle olmayacak şeyler getirttik, birbirimize çikolatalar taşıdık, o İstanbul'u benim ağzımdan sevdi, sonunda İstanbul'a taşındı. Dedim ya yokluk dostlukları başka oluyor, daha çok paylaşıyor insan.

Güzel şeyleri severdi benim arkadaşım, şampanya baloncuklarını severdi, tanışma hikayemizi şen kahkahası şampanya baloncuklarına karışarak anlatırdı. Evlerine taşındıkları ilk gün, koliler üst üste yığılıyken bizim kapıyı çalmış, "evde oturacak sandalyem olmayabilir ama şampanya plastik bardakla içilmez bana 2 kadeh ödünç verir misiniz" demişti. Sıcak iklimleri, rengarenk taze cicekleri, güzel adamları, belçika çikolatasını, renkli ojeleri, lezzetli kahveyi severdi - yolculuklarına yanına kahve makinasını alıp çıkardı-.

Çok erken ayrıldı aramızdan, hepimizi çok şaşırttı. Gittiği yerde kahkahaları şampanya baloncuklarına karışan iyi insanlar, hep taze cicekler, renkli ojeler, güzel adamlar, lezzetli kahveler ve annesi onu bekliyordur umarım.