10.8.12

San Andrea'dan Sassandra"ya


Malum sebepten bu hafta aklıma Afrika düştü. Siz benim zahmetsiz seyahatler dönemime denk geldiniz, her zaman böyle değildi. Afrika'da seyahat ederken blog falan yoktu, ama biz yine sehayat etmeden durmuyorduk.

Abidjan'a yeni taşınmıştık, ta İstanbul'dan tanıyıp aynı anda oraya taşındığımız pek kafa dengi İtalyan arkadaşlarımız var. Hepimiz Afrika'nın acemisiyiz. Nerden duyduk bilmiyorum, Sassandra'nın plajları çok güzel dedi birileri, biz de dünden hazırız hemen haftasonu için planlar yapıldı.

Sassandra, Gine körfezi ve Gaoulou milli parkı arasında bir balıkçı şehri ( hatta daha çok ıstakozculuk şehri demeli), 40 bin kişi yaşıyor, 1471'de portekizliler keşfetmiş, adını San Andrea koymuşlar, zamanla Sassandra olmuş. Milli park dedigime bakmayin kocaman bir yagmur ormani.

Abidjan, Sassandra arası 231 km. Yakın da üstelik ne var ki. Birkaç kişiye de sorduk "küçük uzak" dediler, Afrika'da acemilik günlerimiz ya bu "küçüğü" gerçek anlamında kullanıyorlar sandık. Şehirden çıktıktan sonra 5 dakika içinde gerçeklerle yüzleştik;

1. Mesafe kısa ama yol asfalt değil, asfalt olan yerler ise boydan boya çukur
2. Her 10 km'de bir polis barikatı-asker barikatı var. Ülke sivil savaşta, tamamen ortadan 2'ye bölünmüş, askerler sarhoş, barikatlarda durup camı indiriyorsun önce kimlik kontrolü sonra bira parası soruyorlar, bunlar konuşulurken omuzdan sarkan kalaşnikof -afrika'nın her yerinde istisnasız en çok bulunan şey- burnunuzun ucuna değiyor. nasıl tatil diye gözümüz döndüyse artık.

4 saat sonra bizi otele götürecek sapağa vardık, ondan sonra yol yokmuş meğer, toprak patika, aylardan ekim, Fildisi Sahili'nin kucuk yağmur mevsimi zamani, yagmurlardan o toprak patika da olmuş 3 boyutlu topografik harita, bavulları çeke çeke yağmur ormanının içinden geçecek değiliz elbet, arabanın altını bırakır mıyız acaba diye diye bir 2 saat daha, bağırsaklar bir noktada midenin etrafında fiyonk oluyor, sonunda vardık. 


Değer miymiş değermiş! Önümüz açık okyanus, plaja kurulmuş 5 tane bungalov var, dalgalar balkonunuzun önünü yalıyor, arkamız yağmur ormanı, dev ağaçların yaprakları çatıya değiyor, açık havada bir restoranı var otelin, balıkçılar tuttukları balıkları, istakozlari getirip satıyor, denizin tuzu tabağınızda, otelin sahipleri bir fransız çift, Afrika'nın böyle ücra köşelerine yerleşen yabancilarin genelde şaibeli hikayeleri oluyor, hikayelerini sormuyoruz, zaten onlar da çoktan Afrikalı olmuşlar. 

Ülkede iç savaş var ve yabancıları direkt tehdit ediyor ya herkesin birbiriyle sürekli irtibatta olması tembihli, her an herşey olabilir, bizden önce 3 acil tahliye yaşamışlar, şakası yok. Onun için telefonlara bakalım diyoruz ve ilk sürpriz tabii ki telefonlar çekmiyor. Zaten çekmesi anlamsız olur okyanus dedim, yağmur ormanı dedim ama işte hepimiz şehir çocuklarıyız ne bilelim.
    
Gündüzün romantik yağmur ormanı, ağaçlar camlara değiyor falan hisleri hava kararınca kalmadı tabii, kapkaranlık, telefonlar da çekmiyor, yılan mı girer, aslan mı iner, panda mı vardır yağmur ormanında ne hayvanı vardır ne bilelim, hoş aslan gelse telefon çekse ne olacak o da ayrı. Neyse aslan gelirse önce kafamı yesin de barı birşey hissetmeden küt diye gidelim diye dua edip uyudum uyandım sabahı ettim.

Otelin sahipleri Afrika'nın buralarında aslandı, fildi kalmadı merak etmeyin he ama yılan vardır tabii diye içimize su serpti! Kahvaltıdan sonra nehirde kano gezisi yapıp iç bölgeyi görmek ister miyiz diye sordular, kanoyla nehirde gezip sonra bir noktada inip "kucuk" bir trekkingle geleneksel bir köye varacakmışız, otelin arabası bizi oradan alırmış. Istemez miyiz hic? Şahane fikir diye önce fikre sonra kanolara atladık. 



Kanolar yukarıdaki resim gibi, ince uzun pek elegan, yerliler ağaçlardan kendileri yapıyor, 2 kanoya pay olduk. Yerli halkin geleneksel muhendislik becerileri, bu kanolarin asla batmayacagi devrilmeyecegi konularinda cok bilmislik yapa yapa yola koyulduk. Nehirde yapılabilecek bütün gerizekalı hareketleri yapıp çok eğleniyorduk, işte birbirini ıslatma, diğer kanoyu devirme çalışmaları, bacaklar suyun içinde, kafa suyun içinde gitme, kanonun içinde tek ayak üstünde dengede durma oyunu gibi... Nehrin ucuna doğru kanoyu kullanan rehberimize bu nehirde ne balıklar var diye sorduk, saydı saydı balık cinslerini çok tanırmışız gibi en sonunda da bir de timsahlar var tabii dedi! Neeeee? Timsah mı? Oğlum ben 45 dakikadır kafam suda gidiyorum niye daha önce söylemiyorsun timsah olduğunu!!! E nehir bu, nehirde timsah vardır, biliyorsunuz sandım dedi! Benim tanıdığım nehirlerde yoktur. Ben tanidigim nehirlerde boyu elimi gecen balik bile yoktur. Kanocu anlamadi, icinde timsah olmayan nehir olmaz dedi. Kültür şokunun ilk ölümcül örneğini verebilirdik. Yolculuğun bunu takip eden kısmında tabii ki hepimiz ellerimiz ayaklarımız kanonun içinde kıpırdamadan oturduk ve devrilmeyecegine sonsuz inancimiz olan kanolara daha bir supheyle bakmaya basladik.

Derken "küçük!" yürüyüş kısmına geldik, kanocular bizi bıraktı, burdan dümdüz "küçük" gidin köyü bulun dedi....

O patikada bizi neler bekliyordu, küçük yürüyüş ne kadar sürecekti, otele dönünce az kalsın kim katil oluyordu, bunlar ve daha bir çoğu yarın extra bagaj'da...

No comments:

Post a Comment