31.3.11

Bir Deli (iki de olabilir) ve Kırık Semsiye

Simdi ben bir sürü blog okuyorum tamam mı? Bu okudugum bir sürü blogun bir sürüsünde de bir sürü insan "vah ben ne sanssızım öyle sanssızım ki bugün topugum kırıldı" "aman benden sanssızı yoktur yine üstüme kahve döktüm" minvalinde sanssızlık hikayeleri yazıyorlar. Arkadaslar bana deli saldırdı üstelik bir de yetmez 2 kere. Simdi sessizce dagılın derdim ama dinleyeceksiniz artık deli hikayemi kaçısınız yok.
Böyle bir yagmurlu Paris gününde pamukbabaları karsılamak üzere gare de lyon'a yürüyorum. Gare de lyon bizim evden 10 dakika yürüme mesafesinde. Hava yagmurlu demistim ya haliyle elimde semsiye var. Yalnız beni tanıyanlar bilir pek öyle selvi boylu bir insan evladı olmadıgımdan kelli semsiye ve ben sirinlerin mantardan yapılmıs evlerine benziyoruz. Gözlerime kadar indigi için semsiye (saçımızın fönünü nasıl koruruz 101) etrafı pek görmüyorum. Kulagımda da ipod var yani etrafı duymuyorum da. (Ipod'dan ezilen kaç kisi vardır acaba bak merak ettim bir de 10 yıl içinde hepimiz isitme cihazıyla yasamak zorundayız bence).
Neyse karsıdan karsıya geçmek için kaldırımın tam kenarında durdum ısıgı bekliyorum. Paris'in sürücülerine pek güven olmuyor da. Bir anda sag omuzuma biri hasırt diye yumruk geçirdi. Acidi da omuzum yani.Insanın aklına bir delinin saldırısına ugradıgı gelmiyor tabii hemen. Ilk an tanıdık biri esek sakası yapıyor sandım. 1 sn sonra dedim ki ülen pariste esek sakası yapabilecek kadar iyi kimseyi tanımıyorum. Ve o anda ninja refleksi devreye girdi daha kim olduguna bile bakmadan semsiyemi yumrugun sahibinin kafasına bir gecirdim ki semsiye bildiginiz adamın kafasının seklini aldı.
Deli meger kaldırımın tam kenarından yürüyormus ben önünü kesmisim. Ben böyle vurunca deli bildigin korktu kosa kosa kaçtı, kaçarken de hırsını bisikletli bir kadına vurarak aldı. Ilk an adrenalin olsa gerek insan sakin oluyor da 5 dakika sonra elimde adamın kafatası seklini alan semsiyemle bir titre sen Azer Bülbül gibi. Dedim sevdicegimi arayım biraz ilgi göreyim. "D" kisisi tabii ki telefonunu -yine- açmadı. Ben de mesaj bıraktım ama arkadas Isviçrelilere has donukkanlılıgı ile söyle geri aradı beni "semsiyen kırıldıysa yenisini niye almıyorsun ki?"!

Neyse bir kere de yerli malı deli saldırmıstı bana. O da beni Besiktas sokaklarında elinde terzi makasıyla kovalamıstı. Annemin bir pantalonunu alacaktım terziden. Gittim "terzi yok" dedi içeride oturan adam -ki meger terzinin abisiymis. Ben de obsessif kompulsif ve de görev bilincli bir insan kisisi oldugumdan dolayı adamı baydım "vay terzi neden yok. olmaz ki canım böyle bu ne sorumsuzluk. pantalonumu verin bana. arayın bulun terziyi" diye. Yani ben de deli olsam ben de bana saldırırdım bu kadar vırvıra hatta belki deli olmadan da saldırırdım. Adam sonunda "heeeyt yeter be diye makası eline aldıgı gibi kattı beni önüne". O yıllarda da böyle cep telefonları da yok her yere arayın aradıgınız kadar sesiniz kısılana kadar patlayana kadar konusun tarifeleri de yok. Pastaneye sıgınıp öyle kurtarmıstım canımı. Sonra pastaneci hem terziyi aradı buldu hem de babamları çagırdı. Herkes gelince, pastanede limonataları da içince ben tezgahın ardından zıplaya zıplaya saldırdım terziye de abisine de.

Yaaa iste böyle bu hayatta ne oldum demiyeceksin. Bir de semsiyeyle kendini savunma teknikleri önemli seyler bunları da ögrenmek gelistirmek lazım.
Bir de tabii görselin konuyla hiç ilgisi yok ama olay Paris sokaklarinda geçtigi için sey etmistim.

29.3.11

CSI Abidjan

Iste böyle internet cafelerden yazıyor o dolandırıcılar.

Fransızların Afrikayla organik bir bagları var, bayılıyorlar tatillerde Afrika'ya gitsinler bir de tabii TV'de bol bol Afrika üzerine tartışma programları olsun ya da belgeseller ya da araştırmacı gazetecilik örnekleri. Geçenlerde yine 100 bininci kez Nijerya'da başlayıp tüm Afrika'ya yayılan internet dolandırıcılığı programı vardı. Baştan söyliyim sondan söyliyeceğimi, hiç öyle cık cık cık masum insanların paralarını alıyolar olur mu ama ne ayıp falan diyecek değilim. Sen karşına çıkan ilk maile inan "yok efendim devrik Burkina Faso kralının kızıyım dünyalar kadar param var ama gel gör ki zalim hükümet Avrupa'daki parama ulaşmamı engelliyor sen bana şu kadar para gönderirsen ben de işte o parayla Avrupa'ya gidicem sonra da benim paraları kırışırız hadi be hacı", gözün dönsün, Burkina Faso neresidir devrik kralı harbiden var mıdır haberin olmasın, "paraaaaa" diye çal çırp çocuğun süt parasını denkleştir emekli ikramiyesi falan kalmasın sonra da bekle ki para gelsin, geleceğine daha çok para istesin öbür taraf sen git bankadan kredi çek, -hala- işkillenme, tüm parayı kaybet sonra da "devlet bana yardımcı olsun ben dolandırıldım" diye ağla (evet başın yanınca devletin seni nüfusuna alması talebi sadece Türk isi değil Fransızlar da aynı kafada). Oglum devletin sana yapacagı en hayırlı yardım cezai ehliyeti yoktur kararı çıkarmak olur.

Neyse yine Fransız kanallarından biri bu en sevdigi konuda Fransız saftirikleri uyarıyordu. Derken araştırmacı gazetecilik isini Saadettin Teksoy ekolüne bağladılar ve bir "embedded journalism" örnegi olarak Abidjan'a gittiler, Fildişi Sahili polisi ile ortak operasyon yapmaya. Burda tabii dıntırırıntırıdıntıRıTııııırrr (aklıma kara şimsek müzigi geldi siz de onu fon müzigi olarak kullanabilirsiniz mesela) tempolu müzik giriyor, Afrika'nın tozlu yollarında cırt cırrrrt tekerlek sesleriyle acaip lüks CSI Miami hummerları ilerliyor. Yalnız problem su ki ani bir polis baskını yapacaksan o hummerlarda isin ne.
Afrika'da yol yol degil ki hızlıca git ki adamları suç üstünde basasın, esek kadar hummerlar yollardaki çukurlardan kaçmaya çalısıyor ama yollara sıgamadıkları için kaçamıyor, sonra zaten yolların üstü pazar yeri hummerların önünde tavuklar kosuyor, arkadasından da tavukların sahipleri trafik zaten sıkısmıs hummerın soförü yoldan hindistan cevizi alıyor trafigin açılmasını beklerken falan. Bir de yani ülkedeki arabaların %80'i Avrupa'da hurdaya çıkmıs arabalar. Bunları akıllı bir Lübnanlı topluyor gelip orada satıyor hatta kimisinin plakası bile hala ZH 021379 falan. O kadar umurları degil yani plaka bile degismemis. Simdi sen bu hurda trafigine hummerlarla gir sonra da polisten ani sok baskın bekle. Polis bu tantanayla (hummerın arkasına asılmıs veletler falan cümbür cemaat) baskın yapılacak internet cafeye gelince ortalıkta bir kisi bile yok tabii. Anca 2 tane bebe buluyorlar internet karsısında counter strike falan oynayan.

Ama yani koskoca embedded journalistleri elleri bos gönderecek halleri yok ya hemen herseyden habersiz pazarda tezgahında ananas satan 3-5 hırpani kılıklı pazarcıyı yakalıyorlar vay efendim biz gelince pazarcı kılıgına girdiler aslında bunlar internet dolandırıcısı diye. Adam imza atamıyor be parmak basıyor nasıl uluslararası dolandırıcılık sebekesinin en aranılan üyesi olsun.

Fakat açık bilgisayarlardan birinde harbiden Fransız bir kadına gönderilmek üzere hazır olan bir mail buluyorlar. Iste vay efendim ben çok zenginim de Fransa'ya gelip seninle evlenicem çünkü maillerinden sana çok asık oldum sonra da seni alıp Barbados'a gidicez benim orda özel adam var ömür boyu mutluluk ve zenginlik içinde yasıycaz gibi bir mail. CSI Abidjan'ın Horatio'dan bile donanımlın cool analistleri kadının telini buldu mail zincirinde falan hemen sorumluluk sahibi polisler olarak aradılar hanımefendi burası Abidjan Emniyeti bla bla bla diye. Ama arayan poliscigin aksanı öyle koyuydu ki kadın telefon sakası zannetti güldü iyi mi? Polis iyi niyetle 3 kere daha aradı ama kadın bildigin inanmadı, arkadasları arıyıp isletiyor diye "ülen Moris beni mi işletiyorsunuz yer miyim ben" falan dedi. Müstahak işte böylelerini bırakıcaksın alsınlar altlarındaki dona kadar.

Neyse ama benim eski hemşehriler de yaratıcılıkta sınır tanımıyor ve de geçen zaman içinde teknolocik bilgileri çok gelişti. Bir dergide haberi vardı bugünlerde insanların mail hesaplarını hackleyip o mailden düzenli yazıştıkları arkadaşlarına "elim biraz sıkışık bana biraz borç gönderir misin" yazıyorlarmış bir sürü insan da telefonla teyit etmeden göndermiş paraları. Haberiniz olsun yani aman diyim haritada yerini bilmediginiz ülkelerin devrik krallarının kızlarına para falan göndermeyin. Kral kızı degil onlar hatta muhtemelen kadın bile değiller. Ben söyliyim de nolur nolmaz.

18.3.11

Yalan Rüzgari Külliyen Yalan

evim guzel evim senden baska yeri
neyleyim
Biz küçükkene TV’de yalan rüzgarı vardı hani (belki hala da vardır bilmiyorum o diziler genelde hortlayıp 8 nesil falan sürüyor).Işte orada da insanların bir kısmısı sürekli bir otel süitinde yaşıyordu ekmek elden su gölden,yatak bile toplamadan sadece ellerinde kristal viski kadehleriyle mütemadiyen birbirlerine sırtlarını döne döne falan. Işte o günlerden kafamda yer etmiş olmalı ki ben sanıyorum otelde yaşarsan böyle hiç iş görmeden ellerinin manikürü bozulmadan mutlu mutlu yaşayıp gidersin. Ne var ki diyorum ben yaşarım otelde hiç de sıkılmam kendi eşyamı falan da istemem benimserim yani nolucak.
Büyük laf etmeyeceksin arkadaşım bunu bilir bunu söylerim. Ben
ne zaman çok büyük laf etsem tam göbeğine düştüm ettiğim lafın. En uzunu 8 ay olmak üzere her taşınmada en az 3 ay otel köşelerinde sefil olan bir insanım ben artık.
Otel suitleri de öyle kesme kristal bardakta viskileri götür,
pasaklı necmiyeler gibi yatağını da toplama hatta yere düşen elbiseni bile kendin asma tadında değil gerçek hayatta. Heee tabii Plaza Athénée’de falan yaşarsanız 8 ay öyledir belki de o kadar paranız varsa beni de evlat edinsenize ben hacı.


Ilk suit tecrübem Isviçre’de beyaz lake mobilyalarla kaplı bir apart oteldeydi. Mobilyalar o kadar parlıyordu ki odanın içinde gözlükle dolaşmak gerekiyordu bazı bazı. Sonra Fildişi Sahili’ne taşındık dediler ki rezervasyonunuzu merkezde 5 yıldızlı bir otele yaptırdık. Hemen fırt internete bağlandım baktım yüzme havuzu, tenis kortu, fitness salonu, 3 farklı restaurant oh yeah baby. Havuzda döner döner yanarım. Abidjan’a bir akşam vakti vardık, karşılayan görevli bizi otele getirdi o ne be tek katlı bir bina, odaya gitmek için çalıları yara yara ilerlemek gerekiyor, duş kapanmıyor sürekli tıp tıp damlıyor. Bütün gece o çalıların arasından timsah da çıkabilir kobra yılanı da diye tek sözüm kapıda öbürü de pencerede yattım sabah kalktığımda Zekeriya Beyaz’a benziyordum. Meğer şehrin merkezi güvenli değil diye bizi şehir dışında bir pansiyona getirmişler. Yerim güvensizliği dedim ben silah sesine kalasnikoftan korkmadğm yğlandan korktugum kadar. Hemen otele taşındık ertesi gün ama tabii herkes kalaşnikoflar ve yılanlar karşılaştırmasında benimle aynı fikirde değildi sanırım ki otelde tek müşteriler bizdik. Ve günde birkaç defa yemek sırasında açık olan ve de yola en yakın olan restoranda yemek yerken camın önünden vızırt diye mermiler geçiyordu. Kanıksıyor insan bir süre sonra “aaaa mermi geçti yine kaç oldu bugün? ekmeği uzatır mısın canım” diyor. Tabii müşteri olmadığı için havuzun da içi boştu, fitness salonu da kapalıydı, internet cafede de bağlantının dakikasi 20 dolardı. Otel odamda geçen durgun hayatımın dakikası 20 dolardan paylaşmaya değmeyeceğini düşündüm ve bağlanmadim.
Sonra 8 aylık Dakar otel maceralarım başladı ki işte havlu attığım dönem de budur otel motel görmek istemiyorum ben banyo kilimimi bile özledim diye böğürerek. Bir kere arkadaşlar 5 yıldızlı otellerin siz odanızda yokken nasıl temizlendiğini 8 ay boyunca yakınen gördüm aman diyim devamını demiyim ki turizm sektörüne bir darbe indirmeyim şu kriz ortamında. Bir de hergün hergün restoran yemeği yemekten gut oluyorduk neredeyse biraz yırtık birisi olsam odaya tüp sokup kapuska falan yapacaktım. Odaların nasıl temizlendiğini gördüğüm için yatağımızı kimselere elletmemeye başladım,
hemen kendimize carşaf takımları yastıklar aldım onları da küvette çitileye çitileye yıkayıp kendi yatağımızı kendim yaptım. Manikürüm bozulmadan yatak bile toplamadan yaşayacaktım ben di mi külliyen yalan. En azından orada havuz falan açıktı bak hakkını yemiyim klor manyağı oldum 8 ay boyunca.
Artık cımbızım falan da dahil bütün varıma yoğuma günlük methiyeler düzdüğüm dönemin sonunda
Accra’ya taşındık ama eşyalarımıza kavuşmamız 4 ay sürdüğü için bu defa da orada 4 aylık bir otel maceram başladı. Otel yine 5 yıldızlı rica ederim. Kendi bungalowumuzda kalıyoruz havuz mavuz yerinde 2 ayrı restoran da çalışıyor ama artık ben sulu sulu ev yemeği diye ölmüşüm sen bana 3 öğün Michelin yıldızlı şef getirsen adamın önlüğünü paralıyacak haldeyim. Oda bungalow ya kendi minik
mutfağı buzdolabı var. Ilk girişte hemen buzdolabını boşalttırdık biz 4 ay kalıyoruz mini bardan birşey istemiyoruz dedik ben hemen ne bulduysam doldurdum buzdolabını. Fakat hergün aynı saatte aynı görevli geliyor ve mini bardan birşey tükettiniz mi diyor. Ilk günler sabırla tekrarlıyordum mini bar boş, biz burada 4 ay kalacağız hergün gelmenize gerek yok diye. Fakat ertesi gün herşey yeniden
başlıyor 50 first dates filmindeki gibi aynı kadın gelip mini bardan birşey tükettiniz mi diyor ben hayır diyorum o gelip buzdolabını açıyor tek tek herşeyi çıkarıp bu otelin mi sizin mi diye sorup not tutuyor. 1 haftanın sonunda elimde salatalık turşusuyla otelin bahçesinde kovaladım kadını. Ertesi gün ne oldu dersiniz? Aynı kadın yine gelip mini bardan birşey tükettiniz mi dedi !

17.3.11

Kalimera Atina


nöbet degisiyor sag alttaki köpecik de gelen geçen arabayi kovaliyor
Ben şimdi size Atina hakkında ne anlatayım. Içinizde Yunanistan'a hiç gitmemiş olan birtek ben varımdır kesin. "D" ile her yıldönümümüzde yeni bir şehir keşfederiz. Bu sene ben hile yaptığım için Atina'ya geldik. Şöyle ki "D" 3 ayrı şehir adı belirledi sonra da aynı anda minik birer kağıda şeçimimizi yazdık sonra da ben çamura yattım ve benim dediğim oldu. Cünkü bu sene Paris'te totomuz dondu.

Havaalanına gittik ki birimizin yeri 5A diğeri 6C. Yırtınıyoruz bizi yanyana uçurun diye ama sınıflarınız ayrı diyorlar. Yanımızda çikolata geçirmişiz kaçak olarak güvenlik kontrolünden benim derdim ayrı oturursak "D" bana zirnik koklatmadan bütün çikolatayı yer. Sonunda ısrar kıyamet yerimizi değiştirdik. Uçağa girince gördüm ki benim koltuk businessmış meğer. Bi dandik çikolata uğruna şampanyadan oldum üstelik 3 kişilik sırada tek başıma yayılmak varken "D" ve burnunu çekip duran yabancı bir adamın arasına sandviç oldum.

Sadede gel Atina'yı sevdin mı sevmedin mi derseniz karar veremedim. Ona da neden derseniz şundan:
Havaalanından çıktık, ilk taksiye bindik sigara kokuyor ve dandik eski bir araba şöförün gözünden de hinlik akıyor fakat adının Herkül olduğunu iddia eden şöförümüz dünya tatlısı çıktı. "D"ye tekrar tekrar mister özür dilerim ama eşiniz çok güzel dedi durdu. Neden şeker bulduğumu anladınız mı? Sonra otele geldik dışarıdan 70'lerden kalma dandik gözüken bina içeri bir girdik ki çok şık modern minimalist ve çalışanlar çok sempatik odanin manzarasi da perde kapatmadan uyumalik (asagida resmi var). Hemen şehri keşfe çıktık önce en yüksek tepeye manzara görmeye gittik 14 euro bayılıp aptal bır fünikülere bindik, manzara tepesi çıka çıka çamlıca tepesindeki dandik kafelerden biri gibi birşey çıktı. Sinir olup 30 dak bekleyip aşağı indik kendimizi Atina'nın nişantaşı gibi bir semtte bulduk, çok beğendik, bir kafede birer yunan birası içip abur cubur atıştırdık. "D" seyahatten önce bloglardan turistik olmayan güzel restoranları araştırmıştı akşam o restoranlardan birine gittik (adi Oikeio), patlıcan dilimlerine sarılmış bir köfte yedik ki offf diyim size.
Neyse ertesi gün hemen koştur koştur Akropolise gittik tabii her turist gibi. Benim "D" aktif dinamik bir outdoor insanıdır ben de bilen bilir tembel tenekenin önde gideniyim. Tırman tırman 3 taş görmek için diye virvir konustum. Bizde de var bunlardan bissürü diye artizlik falan  da yaptim ama arkadaşlar bu Akropolis görmeye değermiş. Neyse sonra bizim asmalımescit gibi biryere gidicez öğle yemeği için dedi organize insan "D". Amaninnn metrodan bir indik eminönünün karman çorman arka sokaklarında bulduk kendimizi. Pis ucubik biyerler. Torbacı mıdır nedir tuhaf tuhaf tipler tutmuş köşe başlarını biraz tırstık ve de hiç beğenmedik ama bir köşeyi bir döndük ki süper bir cadde sağlı sollu kafeler, tavernalar herkes kaldırımlarda masalarda şahane şişler yiyor. Bayıldık. Sonra "D" gazi diye bir mahalleye gidicez dedi. Santral Istanbul gibi modern bir müze, designer shoplar, kafeler falan varmış. Hooop yine metrodan bir indik ki rezil bir semt, çingen pazarı kurulmuş yerlerde çer çöp satılıyor, heryer pislik içinde, bir köşede 3 kadın saç saça birbirine girmiş Kibariye'nin annesi mitoz bölünmeyle çoğalmış gibi 3'ü de ne cırlamak ne cırlamak. Dedim ki yazık be şimdi anlıyorum neden bu
insancıklar Izmir, Istanbul diye paralanıyor hala. Sağa sola değmeden yolu bitirdik ve bir anda karşımıza harbiden acaip modern bir kompleks çıktı gerçekten de santral Istanbul'un ikiz kardeşi gibi bir müze binasi, çok yaratici minik butikler, modern kafeler, çok modern hoş insanlar var falan. Akşam bir tavernaya gittik daha kapidan girdik masaya oturduk ve nefret ettik hemen çiktik sonra baska birine gittik yemekler dandikti bizim mutfakla yarışamazlar dedik ama servis dünya tatlısıydı 3.şişe uzodan sonra herşey bedavaydı. 3. Şişe uzodan sonra "D" ayrıca hepsi Yunanlı olan diğer müşterilerle sirtaki yaptı herkes - ben de dahil - çok eğlendik belki de onun için de para almamis olabilirler. Birgün deniz kenarına gittik yer yer Kalamış marina yer yer de Izmir Kordon boyuna benziyordu Glyfada'da balıkçı tekneleri ve balık tezgahları arasında salaş bir restoranda nefis balık ve kalamar salata keyfi yaptık. Güneş ışıl ışıl tepemizde, hafif rüzgar, hemen önümüzde şırıl şırıl dalgalar, balıkçı teknelerinin birbirine vurarak çıkardıkları sesler, suratsız ve hiç ingilizce konuşmayan garsonlar -kı vır vır her dili konuşanlara 1000 kere tercih ederim- üstüne de birer kahve hayat budur.Ardından Pire'ye gittik ki gitmez olaydık. Karaköy'ün büyümüş şehir nolmuş hali bir sevimsiz bir sevimsiz nasıl gerisin geriye kaçacağımızı bilemedik.
Son gün şehrin hallice semtlerinden birini gezdik, Etiler Nispetiye caddesini almış kopyalamış gibi starbucks'ın cadde üzerindeki yeri bile aynı bir de tabii gündüz gündüz işsiz güçşüz göbeklerini salıp gelen geçeni izleyen güneş gözlüklü, cipli erkek profili aynı bir de aaaa tabii röfle ve kenari bol tasli günes gözlüklerini de unutmamali. Dün akşam son yemeğimizi Kolonaki semtinde bir mahalle restoranında yedik ki adı To Kafenio. Atina'ya giderseniz mutlaka orada yemek yemelisiniz, nasıl iyi servis ve sempatik servis elemanları, enfes mezeler, şahane yemekler yine 2. uzo ve de üstüne tatlı ikram, bembeyaz kolalı örtüler, bütün müşteriler birbirlerini ve garsonları tanıyorlar, biz tek yabancılar olduğumuz için hemen bize laf atıldı, derken masalarına davet edildik, schnappslar ikram edildi ki -ne içtik hiçbir fikrimiz yok ama çok kuvvetliydi bizi duman etti bütün gece oda döndü durdu hem kendi ekseninde hem de benim eksenimde- ama çok tatlı sohbet ettik ne olacak bu Yunanistan'ın hali konusunda ve bir de fava asıl nasıl yapılır konusunda. Ayrılırken herkesle sarıldık vedalaştık, yine gelin dediler falan.
Sonuç olarak dedim ya şehir sevimsiz ama insanlar çok tatlı sevdim de diyemem sevmedim hiç diyemem. Eh bir daha gider misin derseniz galiba gitmem ama çok eğlenceli geçen bu 5 günü de unutamam. Yine de dolmayı da anneannem gibi yapan yoktur bunu bilir bunu söylerim.





bizim simitler daha güzel

akropolisi görmeden olmaz

modern atina

kediler köpekler her yerde

deniz kenarinda balik keyfi

odamizin manzarasi

11.3.11

Insan Faktörü...Fransızca Ögrenirken

Simdi ben bu yaziya ne görseli koyiyim alin size Isviçre resmi madem
Bloglara kim girebiliyor kim giremiyor anlamadım gitti, kendin yaz kendin oku oynuyoruz bir süredir bakalım nereye kadar. Neyse okuyabilenler bir ses verin orada kimse var mı? Bu arada Türkiye'de blogspot kapandıgından beri benim bloga Irandan ve Cinden trafik gelmeye basladı. Noluyoruz yahu?

Siz de benim gibi düsünüyor musunuz? Cok homojen çevrelerde, çok kendimize benzeyen insanlarla görüsmüyor muyuz? Yani en azından "D" nin pesine takılmadan önce benim durumum böyleydi.

Sonra Isviçre'ye vardım ve homojen dünyamın felegi sastı. Hemen Fransızca kursuna yazıldım tabii. Bu namussuz dil de çok zor çalıs çalıs insanın canına okuyor. Sınıfta 10 kisiydik, 10'u da birbirinden farklı. Ama çogunlugun hikayesi benimki gibi çok da enteresan degil, sevdiceginin pesine takılmıs kadınlar falan filan yalnız 2 hikaye vardı ki bak hala düsündükçe vay be diyorum:

Hüda'nın Hikayesi:

Hüda Iraklı. Babası Saddam'ın bir dönem gözde generallerinden. Cok kisinin canını yakmıs zamanında, nüfuslu aile, güzel güzel de yasıyorlarmıs. Ama bir noktada baba yapılan zulümlere isyan ediyor. Birkaç asker arkadasıyla Saddam'a suikast planlıyorlar. Tabii ki suikast ellerinde patlıyor çünkü birileri gammazlıyor. Baba ve arkadasları yakalanıp derhal hapse, iskenceler takip ediyor, ailesi hiç haber alamıyor sonunda idama mahkum oluyor. Tabii o zamana kadar güzel güzel yasayan ailenin hayatı alt üst oluyor. Onlar artık vatan haini! Derken babanın emrinde görev yapan askerlerden biri eski generalinin öldürülecegini bildigi için bir firar planı hazırlıyor. Hüda, annesi ve küçük erkek kardesine büyük gizlilik içinde planı bildiriyorlar. Bir gece babayı hapisten kaçırıyorlar, hiç beklemeden bütün aile Türkiye'ye kaçıyor gizlice. Tabii firar ortaya çıkınca, planı yapan subay kursuna diziliyor. Hüda ve ailesi 6 ay Ankara'da yasıyor. Türkiye mülteci kabul eden ülke statüsünde degil onun için Avrupa'ya geçis onayını bekliyorlar. Sonunda baba üst düzey general oldugu için Isviçre siyasi sıgınma taleplerini kabul ediyor ve ailecek oraya yerlesiyorlar. Hüda bunları bana hafif kırık Türkçesiyle anlatmıstı. Babasının hala sıgınmacı Iraklılarla Saddam'ı devirme planları yaptıgını da anlatmıstı. Bütün bunlar Saddam yakalanmadan ve idam edilmeden önceydi. O aile Irak'a dönmüs müdür bilmiyorum.

Nadir'in Hikayesi:
Nadir de Iraklı ama öyle üst düzey general falan degil. Kuzey Irakta bir okulda matematik ögretmeni. Ögrencilerinden birine zayıf not veriyor birgün. Ögrenci paralı bir ailenin çocugu. Notu düzeltmesini istiyor ailesi. Nadir kabul etmiyor, hak etmedi diyor. Bunun üzerine  polise "Saddam karsıtı propoganda yapıyor" diye iftira atıp sikayet ediyorlar. Nadir sorgusuz sualsiz hapse atılıyor. 3 sene hapis yatıyor tabii mesleginden oluyor. Bu arada ailesi sürekli taciz ediliyor. Sonunda abileri "sen gitmezsen hiçbirimizi rahat bırakmayacaklar" diye Nadir'in yurtdısına kaçmasını istiyorlar. Nadir'in 2 yasında bir cocugu var, karısı da 6 aylık hamile. 3 kisi bir de karındaki bebek havasız, 2mt lik bir kamyonun kasasında 1 hafta seyahat ediyorlar. Karısının sancıları tutuyor ama o kapı 1 hafta boyunca açılmıyor, yanlarında getirdikleri erzaklarla besleniyor, ihtiyaçlarını da oturdukları yerde gideriyorlar. Sonunda kendilerini Konya'da buluyorlar. Aslında Yunanistan'a geçmeleri gerekirken kamyon soförü bunları indirip basıp gidiyor. Güç bela Izmir'e ulasıyorlar oradan da bir balıkçı teknesiyle Yunanistan'a kaçıyorlar. Sonra hep yürüdük dedi Nadir, günlerce polisten saklandık yürüdük. Detayını bilmiyorum ama en sonunda Isviçre'ye yerlesiyorlar.  Tabii ki burada ögretmenlik yapamıyor. Boyacılık yapıyor bir de Isviçre hükümetinin verdigi harçlıkla yasıyorlar. Nadir ile Hüda aynı düzene kurban ama toplumun 2 ayrı tarafındaki insanlar bir Fransızca sınıfında bir araya geliyorlar, ülkesinden geçip özgürlüge adım attıkları bir Türk'e maceralarını anlatıyorlar.

Hayat ne tuhaf degil mi?