Abidjan Havaalani |
Fildişi Sahili’ne uçağımız inerken sıtma tehlikesine karşı sineksavar spreylerle duş aldık. Iç savaştan habersiz olabiliriz ama sivri sineklerden kaçmamız gerektiğini biliyoruz. Bati Afrika havalimanlarında trafik çok yoğun değildir. Bati Afrika havasahasında radar olmadığını ve pilotların çıplak görüş yöntemiyle uçtuklarını da söylersem bilmem gözünüz kapalı bölgeye seyahat etmenizi sağlayabilir miyim? (Bütün o blood diamondlar nasil tasiniyor dersiniz?)
Her ne kadar o saatte inen uçak sayısı 1, pist sayısı 1 ve uçaktan inince havaalanı girişi 100 metre mesafede de olsa, muhtemelen yüce gönüllü bir yardım kuruluşu tarafından bağışlanmış paralardan ülkenin başkanına, başkanın karısına, karısının kardeşine, kardeşinin amcasına, amcasının kabilesinin şefine, şefin dinine bağlı olarak marabusuna ya da dahil olduğu kilisenin papazına çok acil ve önemli – geçen sene alınmış modası geçmiş BMW’nin yenilenmesi ya da sağlık nedeniyle mutlaka yapılması gereken bir estetik operasyon için örneğin – fonlar ayrıldıktan sonra hala nasıl olduysa elde kalmış ve ülkenin hangi sorununun çözümünde kullanılacağına bir türlü karar verilememiş kısmıyla alınmış shuttle otobüsleri bizi bekliyor. Muhtemelen araba kullanmayı o otobüslerde öğrenmiş, asil görevi havaalanının tek büfesinde mikro dalga fırının düğmesine basmakla sorumlu çok teknik eleman görevinin hakkını vermek amacıyla bize havaalanı apronunda uzun bir tur attırıyor. Bu arada uçaktan erken inebilen şansli gruptanız ve otobüste kendimize yer bulabildik ama terminal binasında bizi 37° sıcaklık ve çalışmayan bir klima karşılıyor. Çünkü mikro dalganın düğmesine basma sorumlusu teknik görevli henüz klimanin düğmesini merak edip kurcalamamış ya da fazla merak edip fazla kurcalamış. Her 2 durumda da klima ömrünün ilk 1 saatinden sonra bir daha çalışmamış.
Kuyruk yavaş yavaş ilerliyor çünkü uçakta bize verilen doldurulması gereken formları mutlaka yolcuların yarısı yanlış doldurmuş diger yarısı ise hiç doldurmamış. Bu arada sivri sinek paronayamız nedeniyle yüzümüz dahil komple duş aldığımız sivri sinek savar spreyimiz alnımızdan akan terlerle gözümüze giriyor ve gözlerimiz cayır cayır yanıyor.
Bati Afrika’da genellikle eski sömürge devletlerinin pasaportları iyi tanınır bir de tabii Amerikaliların pasaportları ya da Isviçrelilerin güzel kırmızı pasaportları. Sira bize geldiğinde anladım ki bizim lacivert pasaportumuzu şimdiye kadar görevli memur asla görmemiş. Osmanlı İmparatorluğunun Afrika ile ilişkilerinin kuzey afrikali araplar aracılığıyla sağlanmasının cezası işte bugün ödediğimiz. Halbuki biz de diğer herkes gibi bizzat bütün kıtayı yaklaşık 200 yıl boyunca insan pazarına çevirseydik birazdan okuyacağınız diyalog yaşanıyor olmazdı ki – abartıp komedi yaptığımı düşünmeyin bu diyalog aynen böyle gelişti:
- “bu ne?” Burada kastedilen “bu”na verilecek cevap için bir tahmin yürütmem gerekti ve pasaport suratıma doğru sallanıyor olduğu için,
- “Pasaport” dedim.
- “onu anladık ne ülkesi bu?”
- “ Türkiye işte yazıyor orada Republic of Turkey yazıyor”.
- “O ne demek”?
Bu noktada yüzüme doğru bir ipucu sallanmadığı için vereceğim cevabı bir süre düşünmem gerekiyor. Ne demek Türkiye ne? Bu nasıl bir dialog? Herşeye baştan mı başlayalım. Yani ben şimdi oturup Türkiye 3 tarafi denizlerle çevrili çok büyük bir jeopolitik ve stratejik öneme sahip bize göre Avrupa, Avrupalılara göre ise bir ortadoğu ülkesidiri mi anlatayım. Hoşgeldiniz ilkokul 3. sinif.
- “Türkiye işte ülkenin adı”. Diyebiliyorum ancak. “Yani nasil Fildişi Sahili bir ülke Türkiye de öyle”. Bütün bu cümleleri kurarken acaba memura salak muamelesi yapmak bu ülkenin kanunlarına göre memura hakaret kapsamına girer mi diye endişelenmiyor da değilim haliyle. Bu cevap yüzünden kendimi bir anda korkunç bir Afrika hapisanesinde bulur muyum? Hayır işin kötüsü Türk hükümetinin de gelip beni kurtaracağını pek sanmıyorum. Üstelik adamlar Türkiye’yi bir nesne sanıyorken “bırakın beni ben bir Türk vatandaşıyım” diye bağırmam da pek etki yaratmaz sanırım.
- “Ne biçim ülke öyle. Nerde bu Türkaye?”
- “Bir kere düzeltelim Türkaye degil Türkiye. İşte komşulari falan var Bulgaristan, Yunanistan, İran, Irak, Suriye gibi. İstanbul var mesela sonraaaa”
- “A tamam Lübnan yani?”
- “Anlayamadım”
- “Lübnan?”
- “Ne Lübnan?”
- “Türköyo”
- “Himmm pek değil ama zaten Türköyö degil Türkiye”
- “İşte olimpiyatlar yok mu şimdi orada? orası işte Lübnan”
- “Ama olimpiyatlar Yunanistan’da, Lübnan’da değil Türkiye’de de değil. Türkiye de zaten Lübnan veya Yunanistan değil. Yani keşke olimpiyatlar Türkiye de olsaydı. Biz de her 4 yılda bir yeni bannerlar bastırıp İstanbul 2000zirt diye özellikle eminönü çevresine asıyoruz. Simdilik ise yaramadı yarar umarım birgün.”
- ...
- ...
Benim uzun monoloğum görevliyi bezdiriyor ve işe yariyor yaklaşık 5 dakika kadar anlamsızca birbirimize baktıktan sonra memur gülümseyerek
- “tamam ben şimdi yazıyorum buraya Lübnan Tarkiye diye” diyor.
Ben de artık milli gururu falan bir yere bırakıyorum çünkü burada sicaktan sıvı kaybından ölmek istemiyorum çünkü öyle bir durumda cenazem de İstanbul yerine Beyrut’a gidecek. Böylece ne olduğunu tam olarak bilmediğim resmi kayıtlara olimpiyatların yapıldığı Lübnan’daki Tarkiye isimli ülkenin vatandaşı olduğum geçiyor. Artık devletim bir anda modern devletler gibi vatandaşlarını korumaya karar verse bile beni bulup da kurtaramaz.
Sonunda havalimanından çıkmayı başardığımızda bizi Faustain karşılıyor.
Gelecek bölüm: Faustain, Madeleine ve Seidou...
iyiymiş!!!
ReplyDeletegelecek bölüm makara başlıyor galiba?? keşke daha çok resim görsek, senin Afrika resimleri bir başka!
"tamam ben şimdi yazıyorum buraya Lübnan Tarkiye diye” diyor...
ReplyDeletebizim için acıklı ama bir yandan da çok komik bir durum. adamın zekasına mı güldüm, senin içinde bulunduğun durumum abukluğuna mı bilemedim. sanırım her ikisine de :))