23.1.13

Paris'in Ortasında Bir Arena, Tarihin Değerini Bilenler ve Bilmeyenler


Geçen yıl noel hediyem kırmızı bir fotoğraf makinesiydi. Farkında olmadan "D" içimde bayağı derinlerde bir yerlerde saklı kalmış bir meraka isabet etmiş olacak ki makineyi aldım alalı bir yatmadan yatmaya boynumdan çıkarıyorum. Profesyonel olarak çok başarılı işler yapan arkadaşlarımın hepsini hayattan soğutacak kadar çok soru biriktirdim, baktım biri benimle olan arkadaşlığını gözden geçirir gibi oluyor hemen diğerini bayıyorum. Evin için fotoğraf çekme teknikleriyle ilgili kitaplar, kitaplar, kitaplar. Üniversite sınavında bu kadar azim göstersem şimdi kalp cerrahı olmuştum.

Neyse kırmızı makinemi çok seviyorum uzun lafın kısası (bkz çok sevdiğim ve teknik sorularımla içini baydığım bir diğer arkadaşımın benim için yarattığı logo). Paris de düz ayak, her gün makine boynumda hem yürüyüp hem fotoğraf çekip hem şehri keşfediyorum. Keşfediyorum demek iddialı oldu biraz çünkü genelde yerdeki yaprağı çekeyim, bisikletle geçen kadını çekeyim, şu köşedeki kafeyi çekeyim, aaa burada da bir park varmış burayı da çekeyim diye şuursuzca ilerlediğim için nereden başladım, nerede bitirdim, başı sonu olmayan yürüyüşler. Bazen öyle tuhaf yerlerden çıkıyorum ki eve dönmek için metro haritasını uzun uzun çalışmam gerekiyor.

İşte geçen kış yine böyle keşif/fotoğraf çekmeye çabalama seanslarımdan birinde daha da kayboldum. Her zamankinden daha da kaybolmamın sebebi arkamdan hızlı adımlarla yürüyen adamın makinemi çalmak için öyle hızlı yürüdüğünü düşünmemdi. Bir eşyamızı çok seversek sanki sokaktaki herkes de o eşyayı çok kıymetli görecekmiş gibi gelir ya. İşte  o aralar bana da herkes kırmızı makinemi ele geçirmek için kafama vurmayı bekliyormuş gibi geliyordu. Los Angeles tatilinde nasıl olduysa bir anlığına kıyıp da makinemi "D"nin boynuna asmışım. Bir baktım uzaktan bir adam koşarak D’ye yaklaşıyor. Kesin kırmızı, ışıl ışıl parıldayan makinemin peşinde olmalı yoksa niye koşsun. İçimde yüzeye yakın bir yerde hazır bekleyen “atıl kurt” hızlıca devreye girdi, ben de başladım D’ye doğru koşmaya. Makinemi kaptırmam. Koşarken insanın aklına gelmiyor tabii, 1,55‘lik boyunla kime neyi kaptırmıyorsun? Adamı ancak gülmekten etkisiz hale getirebilirim. Neyse ki adam tabii benim makineye koşmuyormuş, yakalamak için otobüsüne koşuyormuş. Daha mantıklı tabii.

Neyse işte o gün de makinemim peşindeki hain adamı ekmek için filmlerden öğrendiğim tüm taktiklerle izimi kaybettirdim. O kadar güzel kaybettirmişim ki kendim bile kendimi kaybettim. Bir baktım Paris’in orta yerinde (orta yeri mecazi anlamda tabii yoksa tam olarak nerede olduğumu bilmiyorum) antik bir arena var. 2.yy’dan Roma’lılardan kalmış. Bir parkın orta yerinde. Arenanın merdivenlerinde oturmuş kitap okuyanlar, banklarda öğle yemeği yiyenler ve orta yerinde petanque oynayan yaşlılar. Zamanında aslanlara yem olmuş gladyatörlerin ruhları gelip gidiyorsa petanque yerine aslanlarla kavga etmenin saçmalığı konusunda şimdiye hemfikir olmalılar. 

Yeni keşfimle öyle gurur duydum ki haftasonu hemen D’yi de getirmek istedim, ama bul bulabilirsen. Dolaş dolaş hep aynı yere çıkan 5.turun sonunda D antik bulguma olan ilgisini kaybetti. Ben de unuttum gitti. Geçenlerde elime bir Paris tarihi kitabı geçene kadar. Kİtabın ilk sayfaları benim arenamla açılmasın mı? (Nasıl sahiplenmiş belli değil)

2.yy’da Roma imparatorluğu Parisii’lerin yaşadığı Seine nehri kıyısındaki şehri ele geçirip adını da Lutecia koyup, Romalılar ve Galliler (bkz Asteriks çizgi kitapları) bir arada yaşamaya başlayınca işte efendim ortak tanrılar bulmak, birbirlerinin kültürlerine kaynaşmak vs vs derken bir de arena yapmışlar. Paris’in nadir tepelerinden birine kurdukları arenadan bütün şehrin manzarası görülebiliyormuş, bazen antik Yunan tragedyaları bazen de aslanlarla gladyatörlerin savaşlarını seyreden seyircilerin tüm konforları düşünülmüş, güneşten ve yağmurdan korunabilecekleri konforlu oturma alanları düzenlenmiş vs.

Gel zaman git zaman arena barbarların saldırılarında yerle bir edilmiş, sonra mezarlığa dönüşmüş, sonra şehrin duvarlarının dışında kalmış ve sonunda da unutulmuş gitmiş. 1860’da Paris’in baştan yenilenme çalışmaları sırasında arenanın kalıntılarına denk gelinmiş. Hemen arkeologlar çalışmaya başlamış ama belediye şehrin modernleşme çalışmalarının antik birkaç taştan daha önemli olduğuna karar vermiş ve arkeolojik kazıları durdurmuş. Antik arena işte böyle yok olup gidecekken Victor Hugo devreye girmiş ve belediyeye atarlanan bir mektup yazmış. Geleceğin şehri olan Paris geçmişini silerek bir gelecek yaratamaz. Geleceği geçmiş getirir ekseninde edebi ama sert mektup işe yaramış. Belediye planları yeniden düzenlemiş. Kazılar geri gelmiş ve arena 1896’da halka açılmış.

İşte benim keşfettiğim arena burasıymış. Bu kadar okuyup öğrendikten sonra yerini de yola attığım ekmek kırıntılarını aramak yerine müthiş icad haritayı kullanmayı akıl ederek buldum. D’yi de götürdüm, gezdirdim ve hayalimde fiktif tarihi arenalar yaratmadığımı ispat ettim. Aynı yaşlı amcalar bıraktığım yerde petanque oynamaya devam ediyorlardı.

Yine tarihi bir binayı el birliğiyle yaktık ya dün, işte bu arena da oradan aklıma geldi. Hugo demişti ya geçmişi silerek bir gelecek yaratılamaz diye. ANLAYANA! 

2 comments:

  1. Fotograf aski bambaska, bende kesinlikle ayniyim, cevredeki fotografci es-dost herkes kacti :)))

    ama fotograf makinasindan giris yapip bir tek kare bile koymadan yazmissin ya yaziyi alacagin olsun ;)

    ReplyDelete
    Replies
    1. bakalim bu detayi ilk kim farkedecek diye kendi kendime dusunmustum :) resimlere baktim ama hicbirini begenemedim, dandik isiga denk gelmisim, yine gidip yine cekecegim :)

      Delete