4.12.13

Plastik Noel Ağaçları ve Çanların Meksika Dalgası

Binamızın nadide dekorasyonundan bazı örnekler
Eylülde bizim ailenin geleneksel “noel yemeği bu sene kime ötelenecek” tartışmaları ve ustalıklı manevraları başladı. (Bir tahmin edin bakalım kime ötelendi?)
4 kasım’da, vitrinlerdeki ilk plastik noel ağacını gördüm.
Bu sabah da binamızın görevlisi bay Dominguez, her yıl hiç aksatmadan büyük motivasyonla yaptığı noel süslemelerini astı. Resmi olarak noel zamanı geldi demektir.

Bay Dominguez bu konuda o kadar motive çalışıyor ki, noel baba ve ren geyikleri, Rudolph, Dasher, Dancer, Prancer, Vixen, Comet, Cupid, Donner ve Blitzen az önce binanın girişine topluca kusmuş gibi görünüyor. Her yıl tekrarlanan bu elegan noel dekorasyonu sayesinde, tek bir iğnesi görünmeyecek şekilde süslenen ağacın yanı sıra, ana giriş kapısı, asansörün kapısı ve tek tek daire kapılarına kahverengi koli bantıyla tutturulan noel çanlarıyla binamız oldukça neşeli(!) bir hal alıyor.

Rahmetli Baron Haussmann sağolsun, Paris’i yerle bir edip yeniden yaparken Paris’in simgesi haline getirdiği eski Paris binalarının apartman kapıları hafif bir omuz darbesiyle kırılabilecek dayanıklılıkta. Bir de binanın her tarafından üfüren rüzgarla birleşince, 5.kattan biri kapısını kapatırsa bizim evin kapısı da bir 7-8 dakika zangırdıyor. O kadar abartmıyorum ki, alışık olmayanlar kapıya biri vuruyor zannediyor. Bana inanmıyorsanız gelip görenlere sorun.

Şimdi hal böyle olunca, seçkin noel dekorasyonumuzun tamamlayıcı öğesi olarak o kapılara asılan çanlar var ya hani, heh işte o çanlar, komşulardan herhangi biri kapısını her açtığında çın çın çın çın çın çın çın çın efektiyle tam 6 katı meksika dalgası şeklinde dolaşıyor. Bütün çanların sakinleşmesi 35 dakikayı bulabileceği -kapının kapatılış şiddetine bağlı olarak bu süre artabilir- için, komşularımız ve biz bu tarih aralığında bir süre evden çıkmamayı, kapılarımızı mümkün olduğunca açmamayı ve/veya kapamamayı tercih ediyoruz. 

Gece eve geç dönecek olan komşuların kendilerine -tercihen sabahın medeni bir saatine kadar - kalacak başka bir yer bulmaları önemle rica olunur.


Hepinize cümleten mutlu noeller

21.11.13

Yeni Bir Vaftiz Çocuk Vakası (Bu Seferkini Yerim) (İyi Anlamda Yerim)


Başımdan geçen tatsız bir “vaftiz annelik” tecrübesi var, bilenler bilir. Kendisine kısaca Chucky dediğimiz ilk vaftiz oğlumuz, büyüyünce seri katil olacak gibi duruyor. Şimdilik sadece küçük kız çocuklarını yere itip sonra tam mide boşluklarında zıplamak suretiyle ağlatmak, evin köpeğinin kuyruğunu, tavşanının kulağını kesmeye teşebbüs, çikolata uzattığım elimi ısırmak suretiyle koparma girişimi ve yoldan geçenlere “uuuu seksi” diyerek taciz etme ile eylemlerini sınırlandırıyor. Henüz 3 yaşında.

Ben papa’ya mektup yazıp vaftiz annelik kurumunun kurallarını değiştirsin, mesela ilk 3 ay deneme süresi olsun, vaftiz çocuk ve vaftiz anne anlaşamazlarsa karşılıklı, dostça el sıkışarak ayrılabilsinler (vaftiz hediyeleri çocukta kalabilir) önerisi getirmeyi, eğer değiştiremiyorsa acaba kurumu tümden ortadan kaldırabilir mi diye sormayı, eğer bunu da yapamıyorsa hani 2000 yıllık falan gelenek biraz zor olabilir tabii, en azından benim vaftiz çocuğu değiştirebilir mi diye rica etmeyi düşünürken... 

Çok sevdiğimiz arkadaşlarımız, laf olsun diye değil hakikaten kardeşim gibi olan Meksikalı dostlarımız yeni doğmuş oğullarının vaftiz anne ve babası olur muyuz diye sordular. (Anladınız yakında Meksika seyahat yazıları geliyor)

Bu sorunun üzerine, elimde bir Chucky tecrübesi olduğu için uzun uzun düşündüğümü varsayıyor olmalısınız. Hı Hı evet çok uzun düşündüm, henüz cümle tamamlanmadan ben evet demiştim bile. 

Ama bu kez farklı. Bu kez vaftiz oğlum tamamen kafa dengi ve büyüdüğü zaman çok eğleneceğiz. Şimdilik eğlence suratıma meyve püresi püskürtmesiyle sınırlı olduğu için biraz beklemeliyiz. 

6 aylık bebeğin kafa dengi olup olmadığını nereden anladın derseniz, bir kere sabah erken kalkmayı sevmiyor, tek bir ayakkabıyla 2,5 saat oyalanabiliyor ve espri anlayışı şimdiden çok gelişmiş.

Espri anlayışının gelişmiş olduğunu anladığım an, kilisede tam kafasına kutsanmış su döküldüğü anda yüzünde beliren huşu içindeki ifadeyi ben “bebeklerin algısı açık derler demek şu an hakikaten manevi bir şeyler hissediyor” diye değerlendirirken, sağ kolumda “pat pat pat pat” efektli kuvvetli bir doldurma aktivisitesi hissetmiş olmama bağlıyorum. Kabul edin müthiş zamanlama.

Marçuko’nun vaftiz annesi ve babası olmayı biz düşünmeden kabul ettik ama pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da katolik kilisesi ile ayrı fikirleri paylaşmıyorduk. Şöyle ki Meksika katolik kilisesi, bir protestan olan D’nin vaftizini bile tanımıyorken beni isterseniz hiç karıştırmayın bile. 

Arkadaşlarımız da öyle yapmış. Vaftizin yapılacağı kilisenin admin işlerini yürüten kişi, vaftiz anne ve baba katolik tabii değil mi deyince arkadaşlarımız “tabii caaanım” diyerek cevap vermişler. Kilise yetkilisi bizimle vaftizden önce görüşmek isteyince de bizim yerimize Meksikalı bir adam ve kadını görüşmeye sokup imza attırmışlar!

Durum böyle olunca bize de “olur da rahip İsviçre’de nerede evlendiniz derse katolik bir kanton adı verin, nasılsa tüm evraklarınız fransızca ve almanca olduğu için anlamıyorlar” dediler. Bunun üzerine biz D’yle kanton seçmek konusunda epey hararetle tartıştık. Avuç içi kadar ülkeden D’ye kanton beğendirmem epey zor oldu. Çünkü ülkenin bütün kantonlarının birbiriyle bir problemi var. İsviçre’nin nasıl bir arada yaşadığı uzaylılar tarafından araştırılması gereken bir konu. Sonunda Saint Gall’da karar kıldık, çünkü adının içinde de “saint” geçtiği için bence gayet dini bütün bir kanton etkisi yaratıyordu.

Vaftiz töreni tamamen İspanyolca olduğu için, anlamadığımız bir sürü şeye “si padre” demek suretiyle bir sürü şeye söz vermiş olduk. Rahip orada “işinizi bırakıp papua yeni gine’ye yerleşeceksiniz kabul ediyor musunuz” dese biz kendimizden çok emin bir halde “si padre” demiş olabiliriz. Fakat özgüvenli duruşumuz işe yaradı ve kimse anlamadan Marçuko kapı gibi vaftiz sertifikasını aldı.

Konuşmaların anladığım kısmında rahiple kesinlikle aynı fikirde olmadığım bir kaç nokta vardı ama vaftiz töreninden kovulmamak için o anlık susmanın daha isabetli bir karar olacağını düşündüm. Tören sonrası beni dinleme gafletinde bulunan herkese fikirlerimi uzun uzun anlatmayı ihmal etmedim. Anladılar mı emin değilim çünkü bütün konuklar sadece İspanyolca konuşabiliyordu.

Marçuko’nun gerçek ismini -tam adı Marcelo Vizcenzo Rigoletto D'aguro Brancalioni Soyadı Soyadı- bir defada doğru söyleyebilme ve İspanyolca konuşma yapma kısımlarından da alnımızın akıyla çıktığımızı belirtmeden yazıyı bitiremeyeceğim. 

NOT: Chucky’nin gerçek adını vermiyorum çünkü google translate diye bir şey var ve dediğim gibi seri katile evrilme potansiyeli olan bir insan ve insanlar üzerindeki ilk deneyini benimle yapmasına çok sıcak bakmıyorum


NOT2: Çocuklarının sevimli/sevimsiz resimlerini tüm platformlarda paylaşan hormondan aklını ve tarafsız bakışını yitirmiş kadınlara benzemek üzereyim, eğer vaftiz annelik hormonu diye birşey varsa sanırım bende o hormon tavan yaptı çünkü her yeri Marçuko resmiyle donatmak istiyorum, dünyanın en güzel bebeği olduğunu düşünüyorum, resimdeki ayaklara hasta olan bir tek ben olamam değil mi?

5.11.13

500 yıl, 300 yıl, 13 kuşak...

Küçük köyün biraz dışında, yeşilliklerin içinde duran binanın kapısından girerken herhalde danışmaya sormalıyız diye kendi aramızda konuşuyorduk. Oysa içeri girer girmez onu gördük, bekleme salonunda oturmuş torununun gelip noel için onu aile evine, yemeğe götürmesini bekliyordu. Yine ütüsünü atlamadan giyinmiş, kusursuz traş olmuştu. 

Büyükamca Hans 94 yaşındaydı. Son zamanlarda artık aklı karışmaya başlamıştı, 2 yıl öncesine kadar huzurevi çalışanlarının çocuklarına verdiği matematik derslerini kesmişti, son bir kaç aydır da kitap ve gazetelerine odaklanamadığından yakınıyordu. Birbirimizi düzenli göremediğimiz için bizi tanımayacağını düşünüp aklını daha da karıştırmamak için yanına yaklaşırken önden D’nin gitmesini bekledim, anladığı dilde çocukluktan beri tanıdığı biriyle ilk cümleyi kurması kolay olabilirdi. Ama biz daha yanına yaklaşırken bizi farketti, 10 yıl önce ilk tanıdığım zamana göre çok daha yavaş hareketlerle yerinden kalkıp bana sarıldı. Anlamadığım dilde, “iyi ki geldiniz, bana ne güzel sürpriz oldu” dedi, anladım.

O bana, huzurevi yemekleri fena değil diyordu, ben ona evet evet bu kış kar erken geldi. O bana artık gazete okuyamıyorum diyordu ben ona sana kitap getirdik hala okuyorsun değil mi. O bana yürüyüşe de çıkmıyorum artık diyordu ben ona evet noel zamanı çok çikolata yeniyor. O bana yine gel diyordu ben ona noel için buradayız. Onun konuştuğu dili ben konuşamıyordum, benim konuştuğum dili o konuşamıyordu ama biz 10 yıldır çok güzel anlaşıyorduk. Bazen dil bilmeden, kan bağı olmadan daha iyi anlar insanlar birbirlerini, daha çok severler. İki dili de anlayanların çok güldüğü diyaloglarımız oluyordu, olsundu.

Tam 1 yıl sonra, 95 yaşında, 90 yıldır okumaktan yorgun düşen gözlerini uzun süre dinlenmek için kapattı. Meleklere matematik dersi vermeye gitti. New York’taydık, törene gidemedik. 

Bu haftasonu 2 kişilik ailemizin İsviçre ayağı bir doğumgünü bahanesiyle bir araya geldi. Hans’ın gelini 60 yaşına giriyordu ve doğumgününde Hans’ı da anmak istemişti. Toplandığımız restoran Hans ve karısının 70 yıl önce evlendikleri yerdi. Tek çocuklarının vaftiz yemeği de orada yenmiş, gelin aileye orada tanıştırılmış, sonra yıllarca tek torunuyla ayda bir kez orada yemekte buluşmuş. Huzurevinden trenle gitmesi kolay oluyormuş.

500 yıllık bir restoranmış. Ve 300 yıldır aynı aile işletiyormuş. Bu haftasonu bize restoranın tarihini anlatan genç kadın ailenin 13.kuşak temsilcisiymiş. Benim 500 yıl mı? Doğru mu anladım 300 yıl mı? Nasıl yani 13.kuşak mı? diye diye tekrar tekrar sormama rağmen - anlamadığım dili anladığımdan emin olmak için- İsviçreliler çok da tuhaf bulmuyorlar. Neredeyse bütün aileler 500 yıl öncesine zahmetsiz gidebiliyor. Bizim gibi ailelerin tarihinin 3 kuşaktan ileriye gidemediği ülkelerin insanları için ne tuhaf. Yunanistan’da kalan bir çiftlik, babamla her anlattığında çok güldüğümüz Bulgaristan’da askerlerin evi basmasını büyük büyük ninenin anlatış şekli, diğer tarafta ailesiyle küsüp tüm bağlarını kopardığını söyleyen bir büyük büyük dede. Detaylar yok, detayları bilenler de çoktan gitmiş. 

Ne unutulmuş, kayda geçmemiş, unutulmaya zorlanmış, değiştirilmeye zorlanmış hikayeler var bu ülkenin geçmişinde, kimisi ürkekçe nesiller sonra ortaya çıkıyor, kimisi yaşlı bir insanın sırrı olarak çoktan gömülmüş, hiç günışığına çıkmamak üzere...


300 yıllık restoranda, 95 yıl yaşamış bir aile büyüğünün anısına kadeh kaldırıyoruz. Aynı dili konuşup da birbirlerini anlamayan insanlara uzaktan bakarak... 

3.10.13

Bay Sumi'nin İnadı ve Keşke(ler)...

Gölün kenarına yan yana dizilmiş tek katlı evleri, hepsi gençken, hemen hemen aynı zamanlarda yaptırmışlar. Evlerin tek katlı olmasına da hep beraber karar vermişler, kimsenin gölü görmesine engel olmamak için. 50 yıldır orada yan yana yaşıyorlar. Çim biçerken selamlaşıyorlar, balık tutarken, yüzerken hal hatır soruyorlar. Birbirlerinin bahçelerine kafayı çok uzatmadan, ancak içlerinden biri "ben yokken eve göz kulak olur musunuz" derse.

50 yıl, tabii beraber yaşlanıyorlar. Gidenlerin yerine gençler geliyor. Yaşlılar birkaç gün bahçede görünmezse o gençler çekinerek kontrol ediyor, hayatta olup olmadıklarını.

İşte o ilk ev sahiplerinden Bay Sumi vardı. Ben ilk gördüğümde 92 yaşındaydı, eşini kaybetmiş, tepeden göle bakan güzel mezarlığa gömmüştü. 92 yaşına gelince trafikte risk oluşturuyor diye ehliyetini almışlar Bay Sumi'nin. Çok kızmış, "araba kullanmadan tepedeki mezarlığa, eşimi ziyarete nasıl gitmemi bekliyorsunuz" diye polis merkezini, belediye meclisini, şehrin tüm yetkili kurumlarını ayağa kaldırmış.

Kafası çok attığı için protesto olarak elektrikli tekerlekli sandalyeyle trafiğe çıkmaya başlamış, E-5 gibi bir yolda tekerlekli sandalyeli 92 yaşında bir adam düşünün, arkasında bir trafik araba kuyrukta. Bahsettiğimiz ülke İsviçre, kimse korna çalmıyor, küfür etmiyor, arabadan inip yaşlı bay Sumi'yi dövmeye(!) kalkmıyor. Ama trafik kilit. Üstelik daha büyük risk oluşturmaya başlıyor.

Kimseyi dinlemiyor, karımın mezarını ziyaret etme hakkım engellenemez diyor, e bir bakıma haklı, engellenemez. Sonunda peki diyorlar, senin inadın kazansın ama kask takacaksın çünkü motorlu bir araçla trafiğe çıkıyorsun.

İşte ben tanıdığımda kaskı ve elektrikli sandalyesiyle evinden çıkıp trafiğe karışıp karısının mezarına gidiyordu Bay Sumi, dönüşte de market alışverişi...

Geçtiğimiz hafta 96 yaşında vefat etmiş, göl manzaralı mezarlığa karısının yanına gömmüşler. Sokağa yeni gençler taşınacakmış. Karısıyla koyun koyuna mutlu uyusunlar umalım.

Keşke biz de insanların 90'lı yaşlarına kadar sağlıkla yaşayıp ecelleriyle öldükleri bir ülkede yaşasaydık. İnsanların haklı taleplerinin, son isteklerinin dinlendiği, sayıldığı, çok genç, çok yok yere ölen insanların cenazelerinin mahallelerde günlerce esir kalmadığı bir ülkemiz olsaydı keşke. Keşke...

12.9.13

Defol Git Vatan Haini!


Çok aşık oluyorsun, gözün hiçbir şeyi görmüyor, sevdiğin adamın koluna sıkı sıkı tutunuyorsun, macera diyorlar “bana ne” diyorsun, o kadar okudun diyorlar “bana ne” diyorsun, ne güzel kariyer yapıyorsun diyorlar “gidicem ulan” diyorsun. 

Bavulu yapıyorsun, kapısı kilitli konteynere son parça eşyayı ittire ittire sığdırıyorsun, tek gidiş bileti zaten almışsın, yola çıkıyorsun. Havaalanı yolunda böğürerek ağlıyorsun o ayrı, o kadar ağlıyorsun ki pasaport polisi “hanımefendi zorla kaçırılıyor falansanız söyleyin” diyor, sümüklerini çeke çeke yok diyorsun, kendi rızamla gidiyorum. 

Gidiyorsun.

Gitmek buysa, tek gidişlik biletle yola çıkmaksa gidiyorsun. Ama sonra bir sabah göl kenarında kuğuları izlerken İsviçreli bir arkadaşından gelen telefonla tüm aile fertlerinin her gün gelip geçtiği yolda bombalı saldırı olduğunu öğreniyorsun. Eve nasıl koştuğunu, numaraları nasıl çevirdiğini bilmiyorsun, Yakınlarının iyi olduğunu öğrenene kadar hayatının en uzun dakikalarını geçiriyorsun.

Her sabah ülkede asayiş berkemal mi diye takip etmekten, olan bitenden öyle çabuk haberdar oluyorsun ki kardeşin “CIA’de işe falan mı girdin” diye dalga geçiyor.

Çok başka, çok uzak bir kıtada, Afrika’da bir komşunun evinde aylak aylak kahve içerken CNN’den Hrant Dink’in vurulduğunu öğreniyorsun. Gözyaşlarını tutamıyor, komşunun anlamadığı dilde, canın yanınca başka dilde konuşamadığın için kendi dilinde “yeter” diye diye ağlıyorsun. 

Paris’te mutlu bir sabaha uyanıyorsun, Van depreminin haberini alıyorsun. Elinden ne gelebilirse onu yapabilmek için hem telefona, hem internete, hem televizyona aynı anda saldırıyorsun. 

Roboski’de öldürülenlerin yasını uzaktan tutuyorsun ama tutuyorsun. Birisi dangalak bir yazı yazıyor, sen de uzaktan küfrediyorsun.

Afrika’da ayrımcılığa karşı yürüyenlerin yanında yürüyorsun ama kendi ülkende ezilen insanlar aklında öyle yürüyorsun. Paris’te eşcinsel evlilik için yürüyorsun ama kendi ülkendeki LGBT’lerin hakları için avaz avaz bağırarak yürüyorsun. 1 mayıs yürüyüşlerine katılıyorsun, kendi ülkendeki adaletsiz ve ilkel çalışma koşulları yüzünden can verenler için, çocuk işçiler için kaldırımları dövüyorsun.

Kaybettiğin yakınların oluyor, uzaktasın diye senden saklıyorlar, saklanan haberlere karşı bir alarm geliştiriyor kulakların, anlıyorsun, biliyorsun.

Her sabah elinde telefon tanıyıp da sevdiğin ya da tanımadan sevdiğin dostların direnişten sağ salim dönmüşler mi diye bir bir kontrol ediyorsun. Sabahlara kadar tırnaklarını bileklerine kadar yiyerek gözün ekranda, kalbin kulaklarında haber almaya çalışıyorsun.

Bir kardeşim var, yaşanmaz o ülkede yanıma gelse keşke diyorsun. Sonra genç çocukların ölüm haberleri geliyor, kardeşlerin 6 oluyor, binlerce oluyor, direne direne yaşayacağız, başka çaresi yok diyorsun.

Gencecik bir hakim adayının iftiralarla meslektan atılmaya dayanamadığı için intihar ettiğini öğreniyorsun. Öfkeden ve üzüntüden deliye dönüyorsun.

Testler çözüyoruz, hepimiz kuzey Avrupa ülkelerinin vatandaşı çıkıyoruz, hayaller kuruyoruz, ıssız adalar arıyoruz ama sonra hep bir ağızdan direniyoruz.

Otomatiğe bağlanmış internet hesaplarından, otomatiğe bağlanmış beyinlerden “defol git vatan haini” mesajları geliyor hepimize, herkese. Gitmekle gidiliyormuş gibi, gitmek kolaymış gibi, gidince geride bıraktığını düşünmüyormuşsun gibi...

Bu kadar kolaylıkla “defol git o zaman” diye bağırarak yazanlar var ya, yazdıklarını okurken suratlarının kötücül ifadesini görebiliyorsun, irkiliyorsun, bu insanlarla vapurda, markette, yolda karşılaşıyoruz, birarada nasıl yaşıyoruz diye dehşete kapılıyorsun. İşte asıl gitmeyi isteyenler onlar gibi geliyor bana. Yoksa öyle diyemezlerdi.

Tek gidişlik bilet almak ve yola çıkmaksa gitmek, gidiyorsun. Ama gitsen de kalıyorsun.
Çıktığın yolda, gittiğin yerde çok mutlu olsan da kalıyorsun. Çünkü gitmek böyle bir şey, gitmekle gidilmiyor.

27.8.13

Alternatif Olimpiyatlar - Biz Bize Yeteriz



Bütün dünya bize karşı, karşı olmayanlar bile karşı. Onun için uyanık olmalıyız. Gerek faiz lobisi olsun, gerek telekinezik güçleri olan yabancılar olsun, gerek almış başını gitmiş dolar olsun. (Dolara ayrıca laflar hazırladım, akıllı ol senin aklını alırım çerçevesinde, korkutup belini kıracağım). 

Olimpiyatları da bize vermez şimdi bunlar. Hep Gezi’nin yüzünden, yoksa biz olimpiyatlara dört dörtlük hazırdık. Olimpiyat yapılacaksa onun da en iyisini biz yapardık. Antik Yunan da kimmiş? Öyle antin kuntin işler. Biz koskoca cihan devletiyiz. Onun için alternatif olimpiyatlar hazırlayıp tüm dünyaya günlerini göstermeliyiz. Hıh, görsünler bakalım olimpiyat gibi olimpiyat nasıl yapılıyormuş.

Hatta şu an karar verdim, 1 değil tam 2 tane olimpiyat yapacağım. Erkekler olimpiyatı ve kadınlar olimpiyatı. Olimpiyat dediğin kızlı erkekli bir şey olamaz. Şu an sesli düşünüyorum, kadınlar olimpiyatı olmaz, hayır, kızlar olimpiyatı olmalı. Kim kız, kim kadın netleşsin artık bir kere. Kadın dediğin de beyinin arabasıyla gelsin olimpiyata. Öyle elini kolunu sallaya sallaya sokaklarda gezmeler falan bir kere estetik değil. Sevişmişsin sokakta geziyorsun terbiyesiz gibi. Olmaz. Törelerimize ters. Ecdadımız zamanında kadın mı vardı? Bunlar hep batının bize komplosu. 

Efendime söyliyeyim, sonra olimpiyatlarımızda doping serbest olacak. Hatta ne kadar çok doping yaparsan o kadar iyi olacak. Bunlar bize dopingli çok sporcumuz var diye vır vır laf ediyorlar. Tesisti, antremandı, çocukluktan spora teşvikti bunlarla uğraşacağımıza dayayacağız dopingi gitsin. Bugün bir dopingli tosuncuk kolay mı yetişiyor?

Tabii ki kıymetli sporcularımızın ırkçı beyanatlarından ötürü kendilerine ceza vermeyeceğiz. Bu düşünce özgürlüğüne aykırı bir tutum olur -ki bizler öyle demokrat öyle demokratız ki düşünce özgürlüğü falan ooooooo yani o kadar olur. Özellikle tosuncuk, kafası kötülükten başka bir şeye çalışmayan, dopingli güreşçilerimizin ırkçı yorumlarına karışmayacağız. Size yedirecek değiliz herhalde çocukcukları. Konuşsun tosunlar. Demokrasi var bu ülkede, en ilerisinden.

Yalnız kız olimpiyatları ve erkek olimpiyatları sırasında özellikle ve özellikle uyulmasını takip edeceğimiz şey siyasi içerikli sloganların yasaklanması. Bu kadar özgürlükten sonra artık 1 tanecik yasak getirmişiz , onu da bir zahmet şey ediverin. Yasak kardeşim, siyasi siyasi slogan atıp sinirimizi bozmayın. 

He ne zaman serbest olur? Benim lehime siyasi slogan atarsanız o zaman serbest olur. Hatta isterseniz o sloganı uçağın arkasına pankart yapıp olimpik stadlarımızın üstünde bile gezdirebilirsiniz. İsterseniz sporcuların formalarına da yazabilirsiniz. Çünkü dediğim gibi biz çok demokratikiz. Onun dışında spora siyaseti karıştırmayalım, fena yaparım. 

Bir de bütün sporcuların forma numaralarını 4 olarak değiştirebilirsek lütfen. (Bak lütfen dedim ki bu benim diktatör olmadığımın en kuvvetli kanıtıdır) 5 rakamı ikinci bir emre kadar yasaklanmıştır. Fazla kızdırmayın parmak sayısı bundan sonra 4‘erden 8 olacak diye anayasa değişikliğine giderim. Çünkü demokrasi böyle bir şeydir. Ben seçildiğim için canımın istediğine kendi kendime, özgür irademle karar verebilmeme demokrasi denir.

Alternatif olimpiyatlarımız için bütün ana hatları çıkarmış oldum böylece. Yalnız tek bir sorunlu konu hangi ülkelerin katılacağı konusu olabilir. Bu aralar pek sevenimiz yok da, çekemiyorlarsa zaar bizi. KKTC katılır herhalde, artık bir zahmet. Bence Kuzey Kore’yi de ikna edebiliriz gibi geliyor bana. İçimden bir ses Sudan’ı da alabiliriz diyor. Dur bakayım kaç etti, 4. Biz 4 ülkeyle olimpiyatların kralını yaparız oğlum. 

Çekemeyen anten taksın. 

24.7.13

Bağzı Kemirgenler Çok Tatlı



İşte bugün yine adam başı 140 karakter ile laflıyoruz. Konu haliyle ara ara, kemire kemire kazanacağız temasıyla flörtleşiyor. Benim de kemirgenlerle dayanışma konusunda tecrübelerim eskiye dayanır. Onu anlattım.

Güzin dedi ki bunu yazsana. Güzin peçeteyle istek yazı ister de yazmaz mıyım hiç?

Olaylar şöyle gelişmişti;

Ben o zaman 2 yaşındayım. Rumelikavağı evimizde yaşıyoruz. Henüz Berke yok ortalarda. 

Neyse efendim bizim evde fare çıkmış, fındık faresi. Ben bir gün böyle yediğim önümde, yemediğim annemin elindeki bir kaşıkta keyfe keder yaşar giderken ve tatlı bir öğle uykusu çekerken annem farenin izini benim odama kadar sürmüş. Hemen babamı (kahramanımız bizim) aramış, “koş gel evde fare buldum hem de çocuğun odasında” diye. O zamanlar beni hala çocuk sanıyorlar demek. 

Neyse babam koşmuş gelmiş ama tabii bu arada paşa keyfim bozulduğu için ben uyanmışım. Odanın içinde fare avlamaya çalışan babam, çığlık atan annem, annemden daha çok çığlık atıp “bırakın zavallı hayvancığı bırakın diyorum size” diye çığlık atan ben ve feleği şaştığı için ne tarafa kaçacağını bilemeyip perdeden sarkan fare!

Hatırladığım ilk bireysel başkaldırılarımdan birini hemen kendimi toplayıp argümanlar sunarak harekete geçirdim. Argümanlarım şunlardı:
  1. Ne çimin babasın sen (ne biçim demek istiyorum)
  2. Sen koskoca babasın o küçücük farecik, insan hiç küçücük fareciğe kıyar mı? (vicdan ve hislere oynayışıma dikkat)
  3. Ya onun da ailesi varsa, onlara ne olacak? (Evet büyük bir ailesi vardı ve bizim eve yerleşmişlerdi. Haliyle bu argüman annemi pek mutlu etmedi)
  4. Ben o fareyi beslerim, ben bakarım, benim farem olur (bu noktada fare korkup babama yalvaran bakışlar attı gibi geldi sanki)
  5. fare evden giderse ben de giderim (nereye acaba?)
Güçlü argümanlarım ve ikna kabiliyetim (tiz tondan cırlayan sesim kesinlikle ama kesinlikle etkili olmadı) farenin hayatını kurtardı. Annemle babamı da önümüzdeki uzun uzun yıllar boyunca benimle ne yapacakları konusunda bir hayli endişelendirdi. Sonraki yıllarda benim de kendimden “acaba sakallı bebek dedikleri şey ben olabilir miyim?” diye şüphelendiğim zamanlar oldu. Neyse ki sonra Berke geldi de biraz normalleştim. (biraz)

İlerleyen yıllarda bir kemirgen yine beni babamla karşı karşıya getirdi. Bireysel direnişimden aldığım dersler ışığında bu defa organize bir şekilde hareket etmiştim. Bahçeleri darman duman eden bir köstebeğin peşindeydi babam ve bu defa etrafıma kendim gibi direnişçiler toplayarak (ilkokuldaki sınıf arkadaşlarım), babamı ve köstebek avını evin önünde sloganlarla protesto etmiştik. Sümüklerimiz aka aka ne kadar cırladıysak artık, protestomuz caydırıcı olmuştu (muhtemelen sırf susalım diye köstebek değil bahçeden dinazor çıksa bırakalım kendi haline diyebilirlerdi) ve köstebeğin hayatını kurtarabilmiştik. 

Köstebeklerin ve farelerin hayatları için anne babalarımızla papaz olmayı göze almış insanlarız şunun şurasında. (ki 2 yaşında kendi kendimize yemek yapamadığımız için aldığımız pozisyonun riskli bir duruş olduğunu kabul edelim). 

Yani hepimiz kemirgeniz (bazılarımız doğuştan) ve kemire kemire kazanacağız.

22.7.13

YAZ(A)MIYORUM!

Size Paris’in nasıl güneşli pırıl pırıl bir yaz geçirdiğini yaz(a)mıyorum, Parisli gençlerin nasıl nehir boyunca şarap şişelerini alıp geceler boyunca yaptıkları piknikleri, neşeli kahkahalarını, o kahkahalara karışan müziği yaz(a)mıyorum, TV’lerde hava durumları her “bu hafta da güneşli günler bizi bekliyor” dediğinde arabalarına doluşup serin Atlantik kıyılarına koşanları yaz(a)mıyorum.

Yaz(a)mıyorum çünkü Ethem öldü(rüldü), Medeni öldü(rüldü), Abdullah öldü(rüldü), Mehmet öldü(rüldü), Ali İsmail öldü(rüldü).

Yaz(a)mıyorum çünkü Lobna başından yaralandı, komadan çıktı ama hayatı değişti. Yaz(a)mıyorum çünkü Mustafa Ali hala hastanede, Berkin hala komada.

Yaz(a)mıyorum çünkü bir gözlerini kaybetti cesur insanlar. Yaz(a)mıyorum çünkü hapsedildiler, özgürlükleri için, bizi dinleyin, bizi görün demek için sokaklara çıkan, anayasal haklarını arayan haklı insanlar...

Çünkü zulüm ve adaletsizlik sicili acılarla kaplı bir ülkenin çocukları oldukları için, onlara bunları yapanların hiçbiri henüz ceza almadı, palalarla, sopalarla sokaklara çıkanlar serbest bırakıldı, mahkemeler durduruldu, bahaneler bulundu, iftiralar atıldı, yalanlar söylendi. Fas’a kafa dinlemeye gitti birisi, çok korkunç ama belki de hala sokağa çıkıp yeni Ali İsmaillere saldırmak için bekliyor diğerleri.

Çünkü “bizi görün, bizi dinleyin” diye sokakları doldururken insanlar, devlet adamları onları görmedikleri gibi ailelerine de başsağlığını, geçmiş olsunu çok gördü. Karanlık bir sokakta 19 yaşındaki Ali İsmail sopalarla dövülürken komplo teorilerinin, taraf tutmanın mutlak sınırlarının arkasına saklandı koca koca adamlar, kadınlar...  

Çünkü hepimizin hayatları değişti ve artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve bilmediğimiz kardeşlerimizi bulduk ve tanımadığımız kardeşlerimizi yitirdik.

Ve yitirdiğimiz kardeşlerimizin ardından koca bir yas evidir Türkiye. Ve güneşin hala doğuyor oluşuna hayret ederiz. Ve size neşeli, kaygısız şeyler yaz(a)mıyorum. Çünkü tanımadığımız, tanıyamayacağımız kardeşlerimizi yitirdik. Ethem’i, Abdullah’ı, Mehmet’i, Medeni’yi, Ali İsmail’i yitirdik.

9.7.13

Paris Halkı Rokoko Opera Binasına Karşı

Paris Tuileries Parkı

ÖNEMLİ NOT : Aşağıda okuyacaklarınız tamamen çok zengin hayalgücümün ürünüdür. Gerçek hayattaki kişi ve olaylarla en ufak bir alakası yoktur. Benzerlik görürseniz o da sizin kendi fesatlığınızdandır.

Paris’in orta yerinde bir park var. Tuileries Parkı. Fransız cumhurbaşkanı François Hollande bundan 1 ay önce o parkı yıkacağını açıkladı. Park içindeki ağaçlarla beraber dümdüz edilecek ve yerine de Paris Komünü zamanında yakılarak yok edilen Tuileries Sarayı, altı alışveriş merkezi ve yanı kilise olacak şekilde yeniden inşa edilecekti. 

Duyarlı Paris halkından bir kaç kişi, asırlık ağaçları korumak için parka koştu. Seine nehrinin karşı kıyısındaki parlamentodan da yürekli vekillerden bir kaçı ağaçları koruyan halka destek için parka geldi ve Paris’in orta yerinde kendilerini dozerlerin önüne attılar.

Fakat Hollande kararını vermişti. Bundan 1 sene önce %51,62 oranında oy alarak cumhurbaşkanı seçilmişti. “Ben çoğunluğu aldım, siz istediğiniz kadar yırtının, o saray/alışveriş merkezi yapılacak” anlamına gelen bir şeyler söyledi.

Tabii bunu duyan Paris polisi ne yapsa beğenirsiniz? Masum sivil halkın üstüne gaz bombaları ve tazyikli sularla saldırdı. Gaz bombalarını Paris halkının kafasına kafasına sıkan Paris polisi bu şekilde bir sürü insanı yaraladı. Adı “Stephanie” ya da “Valerie” gibi tipik bir Fransız adı olmadığı için herkesin “yabancı turist” diye yazdığı ama aslında Fransız olan bir genç kadın başına aldığı darbeyle komaya girdi.

Paris polisinin bu ilk vukuatı değildi. 1 mayıs’ta da halkın Bastille meydanına çıkmaması için çoluk çocuk herkesi gazlamışlardı. Zaten Hollande da bir süredir “çok doğurmayın, doğuruyorsunuz doğuruyorsunuz kafamıza kalıyorlar, doğuracaksanız da sezaryenle doğurun benim doktorum sizin doğum sancınızın peşinde mi koşacak, milli içeceğimiz şarap dışında hiçbir şeyi içmeyin, şarabı da haftanın 3 günü beyaz, 4 günü kırmızı için” gibi söylemlerle Fransızların hayat tarzlarına açık açık müdahale etmeye başlamıştı. 

Bir süredir hangi TV kanalını açsalar kendilerini azarlayan cumhurbaşkanını görmeye daha fazla dayanamayan Fransızlar, polisin de ağaçları korumaya çalışan insanlara orantısız müdahalesiyle sokaklar döküldüler ve “ça suffit” dediler. 

Tuileries parkı halk tarafından işgal edildi. Louvre’un parka bakan cephesine Fransız bayrağı, Fransız komünist partisi bayrağı, evlilik haklarını yeni elde eden LGBT gökkuşağı bayrağı bir de “ta gueule” yazılı bir pankart asıldı. Parkta kendilerine “Charles de Gaule”ün askerleriyiz diyen bir grup ile “bağımsız Korsika” savunucuları, okullarda kendi dillerini konuştukları için yıllarca eziyet gören Bretonlar, kapitalizm karşıtı katolikler, paris st germain taraftarları gibi şimdiye dek yan yana durmaları hiç mümkün olmamış insanlar bir araya gelip özgürlükleri için direnmeye başladılar.

Bu arada kimseleri dinlemeyen Hollande, Fransa’nın farklı şehirlerinde bedava otobüs ve metrolarla insan taşıyıp miting yapmaya başladı. Bu mitinglerde “Marie Antoinette anamızın iktidarının son acılı yıllarını yaşadığı Tuileries sarayını yapmamıza engel olamazlar, alışveriş merkezinden vazgeçtim, rokoko kraliçesi olarak da bilinen Marie anamızın şanına uygun rokoko bir opera binası yapacağız”. “Zaten bu protestolar hep bizim ekonomik başarımızı çekemeyen dış mihrakların işi”. “o protestocuları o ağaçlardan sallandıracaksın aslında, tüh keşke giyotini kaldırmasaydık” gibi şeyler söyleyerek direnişe cevap yetiştiriyordu.

Rokoko opera binası aşkıyla yanıp kavrulan eli sopalı bir takım hassas vatandaşlar sokaklara çıktı ve direnişçilere saldırdı. Bu arada gösteriler büyümüş ve maalesef can kayıpları olmaya başlamıştı. Canlarını kaybeden ailelere, etkili ve yetkili ama bir o kadar da meşgul devlet büyükleri başsağlığını çok gördüler. Ama cana kastedenler ceza almadıkları gibi bir de canlarına kastettikleri insanların vergilerinden ikramiyelerle ödüllendirildiler. 

Fransa’nın bir diğer büyük şehri olan Bordeaux’nun belediye başkanı twitter üzerinden çeşitli hashtag kampanyaları başlattı. Ama belediye binası önündeki heykelin parmağının ucunu kimin kırdığını bir türlü bulamadı.

Bu arada Fransa’nın eski sömürgelerinden Mali’de üzücü bir askeri darbe yaşandı. Rokoko opera binası sevdalısı hassas vatandaşlar twitter’dan “atalarımızın toprakları Mali’deki askeri darbeye karşı Malililerin yanındayız” diye mesajlar atmaya başladılar. Malililer buna “atalarımızın toprakları derken??” diye cevap verdiler.

Tüm bunlar olurken mahkeme aslında Tuileries sarayının yapılmasının hukuki olmadığı kararını verdi. Karardan sonra Paris valisi kendi elceğizleriyle getirdiği çiçekleri parka dikip peyzaj çalışması yapmaya başladı. Ve sanki rokoko da rokoko diye tutturan halkmış gibi 1667‘den beri halka açık olan park, halka kapatıldı, sonra tekrar açıldı, sonra tekrar kapatıldı, sonra tekrar açıldı, sonra “parka girin ama bir turlayıp çıkın öyle uzun uzun oturmayın yoksa hukuk dışı kalırsınız” gibi bir şeyler söyledi paris valisi. Paris valisine pek inanmadığı için insanlar, ne derse tersini yapmaya başladılar. 

Hikayenin bu noktasında ilhamım kaçtı, yeni-yaratıcı fikirlere açığım, zengin hayal dünyamı besleyen ortamın bana yeni fikirler konusunda yardımcı olacağına inancım tamdır.

Ne var? İnandırıcı bulmadınız mı? Efendim? Saçma mı? Fazla uçuk olduğu için tutmaz diyorsunuz yani öyle mi?

30.6.13

Bu Bir "GEZİ" Yazısıdır



Bavulumu toplayıp memleketi arkada bırakalı 10 yılı geçti. Ben uzağa gittim ama geride kıymetlilerim var. Annem var, babam var, kimse kusura bakmasın herkesten çok sevdiğim can kardeşim var, teyze, anneanne, amca, kuzenler, dostlar... var da var, hatta ailenin en küçük kıymetlisi Deniz Ali de var. Yani demem o ki, İstanbul’u bıraktım bırakmasına ama öyle “haydi ben gittim” demekle gidilmiyor.

Her dönüşümde hep “İstanbul’u nasıl buldun?” diye soruyor herkes bana. Dışarıdan nasıl göründüğümüzü bilmek isteriz ya biz bu topraklarda hep, rakı güzel midir? boğaz dünyanın en harika şeyi değil midir? simit ve çayı özlemiş miyizdir? Gördüğüm şehirler arasında en güzeli yine de İstanbul değil midir? ... Ne yalan söyliyeyim ben uzun zamandır İstanbul’u hiç iyi bulmuyordum.

Daha uçak yaklaşırken insanın üstüne üstüne gelen, gittikçe sıklaşan, gittikçe yükselen, gittikçe çirkinleşen kitschleşen binalar, binalar, binalar... Azalan yeşillikler, kabalaşan insanlar, kesilen selamlar, tanınmayan, baş çevrilen komşular, bulunamayan vakitler, içinde anlamsızca zaman öldürülen AVMler... İstanbul’u hiç hoş bulmuyordum.

Soran kırılmasın diye “her gelişimde değişiyor İstanbul artık yolumu kaybolmadan bulamıyorum” diye kıvırıyordum, sorulan sorunun cevabını veremiyordum. Hoşgeldin diyenlere, hiç de gür çıkmayan bir sesle “hoşbulduk” diyordum.

Sonra “Gezi” oldu. Tam da en ümidimizi kestiğimiz anda, en artık bizden iyi bir şey çıkmaz dediğimiz anda, en sesini gür gür çıkaran Fransa gençliğine imrendiğim anda, herkese eşitliği savunmak için meydanları dolduran Fransızlarla yan yana yürüyüp niye Türkiye’de böyle haklılıkla sesimizi duyuramıyoruz diye hüzünlendiğim anda, en birbirimizi ne zaman anlayacağız diye dertlendiğimiz anda... “Gezi” oldu.

Herkesin herkesin hikayesini, anlatmak istediğini dinlediği, herkesin yanındakinin kim olduğuna bakmadan elini tuttuğu, selam verdiği, herkesin herkese lütfen dediği, herkesin herkesten özür dilediği, herkesin herkese yardım etmek için evini, çocuğunu, kıymetli zamanını, işini, dolu takvimlerini bırakıp tanımadığı insanların yanına koştuğu, herkesin birbirinin hakkını aradığı, birbirini canını dişine takıp savunduğu, birlikte durduğu, birlikte yürüdüğü, direniş komşusunun gözünü, sokak köpeğinin yüzünü ilaçlı suyla sildiği, Gezi’de su ihtiyacı olunca litrelerce suları yüklenip geldiği, yemek ihtiyacı olunca kazanını kapıp koştuğu, sadece insan ihtiyacı olunca, çalışmayan otobüse, metroya rağmen yettiği... “Gezi” oldu ve biz değiştik. 

Hiç tanımadığımız arkadaşlarımızı kaybettik, aileleri ailemiz oldu, yaralananların acısı acımız oldu, gözaltına alınanların derdi derdimiz oldu, gaz soluyup nefessiz kalanlara o gazı solumayanlarımızın nefesi nefes oldu, yardım edenlere yardım etmek boynumuzun borcu oldu, yalan söyleyenlerin yalanlarını ortaya çıkarmak, onların yalanlarına inat gerçekleri duyurmak en önemli işimiz, uğraşımız oldu. Adını haykırarak polis otobüslerine bindirilenlerin akıbetini takip etmek sorumluluğumuz oldu. Bu ülkede yıllardır ezilen, şiddet gören, haksızlığa uğruyan herkesin “ama”sız destekçisi olmamız, yanında cesaretle durmamız gerektiğini bir kez daha gösterip, Gezi bir dönüm oldu. Satılmış kalemlerin, çıkarlarını her şeyin önünde tutanların, en tehlikeli ve korkunç yalanları utanmadan ardarda sıralayabilenlerin yüzlerini görmemiz için Gezi ışık oldu. İstanbul’u, Hatay’ı, Ankara’yı, Eskişehir’i, direnen bütün şehirleri dostlukla birbirine bağlayan yol oldu.

Gezi artık sadece Taksim’de küçük bir park değildir. Gezi tüm Türkiye’dir. Gezi’yi gördüm, Gezi’yi çok sevdim, Gezilileri arkadaşlarım bildim. Şimdi Gezi’den uzakta, Paris’te, uzakta olmanın ağlak duygusallığıyla, gelen geçen Parislileri durdurup “siz biliyor musunuz benim arkadaşlarımın nasıl güzel direndiğini” diye anlatmak istiyorum.

Şimdi bir kez daha sorun bana bu defa İstanbul’u nasıl buldun diye. Ben memleketi uzun zamandır ilk defa hoş buldum hem de çok hoş buldum. 

23.5.13

Mösyö Lafont ve Mahallenin Direnişçileri Hitler ve Stalin'e Karşı






“Çabuk olun, acele etmeliyiz, Hitler ve Stalin beraber Paris’i ele geçirmeye geliyor, hemen direniş hareketi başlatmalıyız. Bizi kurtarsa kurtarsa General De Gaule kurtarır” diye bağırarak daldı kuaförden içeri.

Cezayirli kuaförüm Fida ve ben boş boş baktık suratına. “Vanessa, Mösyö Lafont’un eşini ara lütfen” diye seslendi içeriye Fida. Sonra da “gelin mösyö Lafont siz şimdi şöyle oturun, bir bardak çay içedurun, ben de işimi bitireyim Paris’i kurtarırız” dedi. “Tamam ama acele edin, hemen direnişe adam toplamamız lazım” dedi Mösyö Lafont ve çayını yudumlamaya başladı. 

Bu defa hazırlıklıydım. Ama Mösyö Lafont kuaföre ilk böyle daldığında inanmıştım. Sonra çok yavaş konuştuğu için anlamamıştım aslında diye kıvırdım, size atacak değilim. Ama inanmıştım. Çünkü ilkinde, yine Fida benim saçımı keserken Mösyö Lafont kuaföre girmiş ve hemen bana manikür yapmanız lazım, yarın çok önemli bir törende bana madalya takacaklar, üstün hizmet madalyası, onun için ellerim bakımlı olmalı demişti. Fida yine çay ısmarlamış, Melanie ise eşi gelip de yaşlı mösyöyü alana kadar eline manikür yapmıştı.

Mahallenin en eskilerinden yaşlı çift neredeyse 70 yıldır burada oturuyormuş. Mösyö Lafont 90’ı geçmiş, karısı da 90’a yakın olmalı. Her ikisi de diş hekimiymiş ve muayenehaneleri de aynı apartmanda olduğu için herkes onları iyi tanıyor. Tek oğulları yıllar önce Amerika’ya yerleşmiş. Mösyö Lafont’un kafası son yıllarda karışmış. Kimseye zararı yok da işte böyle arada bir direnişe adam toplamak için bütün esnafı ayaklandırıyor. Bir defasında ne yaptılarsa dinlememiş ve yaşlı eşinin olay yerine ulaşması da zaman aldığı için kuaför, yanındaki pastane, karşıdaki eczane, köşedeki bistronun sahipleri ellerine şemsiyelerini alıp direniş kuvveti oluşturmuşlar.

İkinci gördüğümde ise Fida’ya gelip, “Cezayir Fransa’yı işgal etti, hepimizi kıtır kıtır kesecekler, sizin de hemen kendinizi kurtarmanız lazım, ben İsviçre sınırından rahatça geçmemizi sağlayacak sahte evrakları hallediyorum, beni bekleyin ama dikkatli olun” demişti. Cezayirli olan Fida da yine Mösyö Lafont’a çay ikram etmiş ve “evraklar hazır olana kadar burada bekleyebilirsiniz, sonra müşterileri de alır İsviçre sınırından geçeriz” demişti. Çayını içerken Mösyö Lafont uyuklamaya başlamış biz de böylece uzun bir yolculuğa çıkmaktan kurtulmuştuk.

Mösyö Lafont harekat merkezi olarak neden her defasında kuaförü seçiyor bilmiyorum. Ama aranızda Paris’i işgal etmeyi düşünen varsa tekrar düşünsün, Mösyö Lafont ve direniş taburu 12.bölgeyi savunmak üzere şemsiyeleriyle hazır bekliyor.

16.4.13

Kilo Veremiyorsanız Ülke Değiştirin

Görsel Nijeryalı ressam Chike Onuorah'nın sitesinden
Aslında başından anlamam gerekirdi, sabahları koşuya çıktığımda tüm gelen geçenin hayretle bakmasından -hatta bir defasında yolunda giden bir bisikletli az daha hendeğe düşüyordu-, sitenin köşesindeki ağacın altında sepet ören yaşlı adamın üzüntüyle kafasını sallamasından, kapıda bekleyen güvenlik görevlilerinin hem çıkışta hem de girişte “vah vah aklı noksansa demek” bakışlarından, Vida’nın bıkmadan her gün “niye koştuğunu anlayamıyorum” demesinden.

Gana’da yaşıyorduk ve ben o baharatlı kelewelelerden, taze fıstıklardan, biber çorbalarından, bunların yanında mis gibi giden Star biralarından kilo almamak için her gün spor yapıyordum. (yapmak zorunda kalıyordum)

Sonra İstanbul seyahatlarimden biri için havaalanında pasaport kontrolünden geçerken, polis pasaportumu ve biniş kartımı kafama fırlattı. Pasaport kafama çarpıp bir yere, biniş kartı da aksi yöne uçup kondu. Ben süklüm püklüm evraklarımı toplarken “surata da bak! yanakları içine çökmüş, mahvetmiş kendini” dediğini duyar gibi oldum. 

Aynı seyahatin dönüşünde, Vida beni görür görmez yüzü aydınlanıp da “oh ya ne güzel şişko olmuşsun, kadına benzemişsin” deyince meseleye uyandım. Evet, tabii ki annem, Afrika’da yaşayan kızını bakıma almıştı, elleriyle beslemiş, en sevdiğim yemekleri yapmış ve benim koşa koşa içlerini boşalttığım yanakları itinayla doldurmuştu. Ve Gana’da herkesin benimle derdi buydu, çünkü tombul seviyorlardı. 

Bu aydınlanmanın üzerine batı Afrikalı arkadaşlarımla uzun anketler yaptım; Afrikalılar kadın olsun erkek olsun balıketli insan beğeniyorlardı. Evlenecek çiftten birinin zayıf olması, diğer ailenin nişanı atması için geçerli bir sebepti. Evlenip de kilo veren bir kadının ailesi, kocasını “kadına iyi bakmamakla” suçlayabiliyordu. Kilo alan kadına ise “evinde iyi bakıldığı” iltifatları yapılıyordu. İnsanlar ona saygı duyuyordu. Şişman olmak toplumsal statü ve zenginlik göstergesiydi.  Bunun için ameliyatla popolarını doldurtanlar olduğu gibi daha kolay ve daha eğlenceli bir metodla kendilerini karşı cinse çekici göstermeye çalışanlar çoğunluktaydı. Yemek yiyerek! 

Nijerya’da “şişmanlatma odaları” adlı güzellik enstitüleri vardı. Özellikle varlıklı ailelerin kızları kendilerine uygun koca adayları bulabilmeleri için, veya evlenecek kadınlar düğünlerinde güzel görünmek için bir süreliğine bu enstitülere gönderiliyorlardı. Almak istedikleri kiloya göre birkaç ay burada kalıyorlar, daha fazla yemek yiyebilmeleri için midelerinin kapasitesini artıracak yöntemlerle, sadece yüksek kalorili şeyler yiyerek ve bol bol uyuyarak, vücudun esnemesini sağlayacak özel teknikli masajlar ve bitkisel yağlar uygulanarak kilo alıyorlardı. Cennet böyle bir yer olsa gerek! Yemek yiyor, uyuyorsunuz ve biri size masaj yapıyor!

Şişmanlama odalarının sağlık üzerindeki etkilerini sayfalarca tartışabiliriz. Ama gelenek deyince akan suların durduğu bir bölgede insanlara sağlık endişelerimizi kabul ettirmemiz zor olabilir. Durum böyle olunca haliyle her sabah, tropik sıcakta, dili bir karış dışarıda haldır haldır koşan “obruni”* kadın deli olmalıydı. İşte bunun için gelip geçenlerin acıyan bakışlarına maruz kalması, kafasına pasaportunu yemesi olağan durumlardı.

Şimdi yaz da geliyor, herkes o “en son 5 kiloyu” vermeyi kafasına taktı ya, işte ben diyorum ki veremezseniz de üzülmeyin, ülke değiştirin, yazı Afrika’nın batısında geçirin, bakın kendinizi nasıl iyi hissedeceksiniz. 

*obruni Gana dilinde “Afrikalı olmayan yabancı” demek

31.3.13

Vida ve Emilia ve Ganali Pinar



Güzin, “Pınar Afrika yazsana” dedi. Size anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki Afrika’yla ilgili. Düğünleri var mesela, düğünlerden daha ilgi çeken cenazeleri var, bira şişesi şeklinde tabutları var, yağmur ormanları üzerinde asma köprülerden yürüdüğünüz milli parkları var, “kilo aldırma odaları” var. Var da var yani.

Sonra benim doğumgünüm geldi. Doğumgünü sabahımda herkesten önce yine ilk mesaj Afrika’dan geldi. Vida yazmış, kızları Emilia ve Pınar’ın adına. Evet Vida’nın adı Pınar olan bir kızı var. Durun oraya daha gelmedik.

İnsan Afrika’ya sıcağı yüzünden bağlanmıyor, sıtmalı sivrisinekleri yüzünden de değil, yolsuz politikacıları, soyguncu polisleri yüzünden hiç değil. Afrikalılar yüzünden bağlanıyor insan Afrika’ya. İşte Vida bizi ömrümüzün sonuna kadar - biz istesek de istemesek de- Afrika’ya bağlayanlardan, Vida bizim ailemizin uzaktaki bir üyesi.

Gana’nın başkenti Accra’ya taşındığımız ilk günlerde, arkadaşlarımızın evinde yardımcıları Beauty ile tanıştık. Adı gibi güzel Beauty. Gülünce gözlerinden parmak uçlarına kadar gülen insanlardan. İlk görüşte içinizin ısındığı insanlardan. “Ah Beauty senin bir kardeşin olmalıydı” dedim. “Benim bir kardeşim var” dedi. Bizi Vida ile tanıştırdı.

Beauty ve Vida iki kızkardeş. Hem anneleri hem de babaları onlar çok küçükken ölmüş. Afrika’da neden ölmüş sorusunun cevabı yok. Sadece “öldü” var. Yalnız babaları hayattayken “az çocuk yapın, çocuklarınızı okutun” demiş. Bilge adammış. “Babamızı dinliyoruz, çocuklarımız bizim gibi cahil kalmasın, okusun istiyoruz” diyorlar. Beauty’nin 2 oğlu var, canavar gibi derslerine çalışıyorlar. Vida’nın o zaman tek bir kızı var, Emilia. Dünyanın en güzel minik kız çocuğu.

Vida kırık dökük okuma yazma biliyor. Rahibeler öğretmiş. Her doğumgünümde bana bir kart yazıyor, bir de hediye telefon kontör kartı alıyor. Kontör kartı orada en işinize yarayan şey. Vida için bana verebileceği en kıymetli hediye o. Benim içinse aldığım en güzel hediyeler o kontör kartları.

Vida’nın evinde bir erkek var, bir koca. Kadınların çok çalıştığı, ama emeklerinin yok sayıldığı toplumlarda bir evde olmazsa olmaz “koca”. Onun evindeki kocayla benim evimdeki kocanın farkını anlayamıyor. Benim evdeki bulaşıklara yardım edince ya onun ya da benim deli olduğumuzu düşünüyor. 

Evini tek başına Vida’nın maaşı döndürüyor. Koca bu, işine gelirse bir çalışıp geliyor. Ama Vida maaşını kaptırır mı hiç? Ne alıyorsa yarısını söylüyor. Diğer yarısını bizim mutfakta, annemin bana hediye aldığı tencerelerin içinde saklıyor(muş). 

Bir gün yemek yapacağım tutuyor ya zarf dolusu parayı buluyorum. Kendine fırın alacakmış. Şimdilik yemeklerini tüp üstünde pişiriyor. Tabii o her zamanki utangaçlığıyla beni rahatsız etti sanıyor. “Paranı tencerede değil bankada saklayalım Vida” diyorum. Paraları görevliye verirken elleri titriyor. Hiç tanımadığı bir adama paralarını emanet etmek fikri ona mantıklı gelmiyor ama bir bildiğim vardır elbet diye itiraz da etmiyor. Faiz diyor görevli, yüzde bilmemkaç diyor, vade diyor. Vida yüzde nedir bilmiyor. “Sen şimdi şu işi bana iyice bir anlat bakalım” diyor.

Eve gidince salondaki masaya yan yana oturuyoruz. Yüzde nedir anlatıyorum. Hiç sevmediğim matematiğin sevdiğim bir insanın yüzünü güldürmesini görünce tüm geçmiş matematik öğretmenlerime hakkımı helal ediyorum. 

Bir gün güneş tutulması olacak diyorlar. En iyi Gana’da görecekmişiz. Sabah 9’da hava bir anda kapkaranlık olacakmış. Yan komşum Arlette -buradan bulutların üstüne selam olsun- “eclipse kokteylleri” hazırlıyor. Hepimiz onun balkonuna toplaşıyoruz. Hava grileşince günün saatini şaşıran yarasalar sallandıkları dallardan toparlanıp ters istikamete uçuyorlar. Bizim evden Vida’nın sesini duyuyoruz. “Ben çok korkuyorum” diye tiz sesiyle bağırıyor. Korkacak birşey yok gel bak diyoruz. O inatla “ben çok korkuyorum” diyor. Perdeleri sıkı sıkı kapatmış, kendini de penceresiz çamaşır odasına kapatmış, yalvarıyoruz, yemin ediyoruz, bir şey olmayacak diye söz veriyoruz. Vida bana mısın demiyor. Bazı üçkağıtçı din adamları “tanrı size kızgın, kiliseye yeterince para vermiyorsunuz, kızgınlığını göstermek için güneşi karartacak” demiş. Şimdi gel de Vida’yı ikna et “o şarlatana inanma, dünya, güneş, ay, yörünge vs” diye. Bir kağıda çiziyoruz, kağıdı kapının altından iteliyoruz. Bu kadarını uydurmuş olamayız diye ikna oluyor. Zar zor çıktığı balkonda endişeyle güneş tutulmasını izliyor. Ortalık aydınlanınca içi rahatlayıp kendine kendine gospel melodileri mırıldanarak günlük işlerine dönüyor.

Sonra hayırsız kocası ölüyor. Neden diye sormayın, orası Afrika, öylece ölüyor. O arada Vida’nın karnında bir bebek var. Vida bana “gideceksiniz biliyorum, bu bebeği al öyle gidin, beni tanımaz seni annesi bilir” diyor. Afrika böyle işte, gelip insanın böğrüne oturuyor. 

Biz Paris’e taşınıyoruz. Vida’nın karnındaki bebek dünyanın en güzel 2. kız çocuğu oluyor. Adını Pınar koyuyor. Ganalı Pınar’ı sadece resimlerinden tanıyoruz. Ama birbirimizi arıyoruz, ciyak ciyak bağırarak kötü hatlara inat konuşuyoruz. Daha bu sabah mesajlaştık. İyiler, kızlar okula gidiyor, Emilia ilkokula, Pınar da kreşe. 

Okuyacaklar, hem bizim, hem Vida’nın, hem babasının hem de koca bir kıtanın yüzünü güldürecekler. 

27.3.13

Çocuksuz Uçuş Sahası (Yersen)

tepikli foto ivillage.com.au sitesinden

Beni tanıyanlar biliyor. Ben çocuk severim, hem de kudura kudura, yanaklarını mıncıklaya mıncıklaya severim. Ben ebeveyn sevmiyorum.

Geçen hafta uzun uçuşlu bir seyahatteydik. Neredeydin diyeniniz varsa sorunun cevabı şurada. Malezya havayollarından bilet bulduk. Ben “asya havayolu şirketleri en kralı, yemekler de nefis olur, servis de şahane olur, uçak da büyük olur” diye kendi kendimi dolduruşa getirdim. Meğer tüm asya havayolu şirketleri bir Singapur havayolları değilmiş.

Havaalanında “D” yerimiz “kid free zone”dan deyince benim uçmam için zaten artık uçağa da gerek kalmamıştı. Uçak da A380, artık döne döne su samurları gibi uyurum dedim. (Not: uçağın markasını modelini mecburen biliyorum çünkü D uçaklarla ilgili her şeye meraklı ve her seyahatte beni sınavdan geçiriyor ve tipini tanıyabildiğim tek uçak bu çünkü çok büyük, apartman kadar, haliyle yanılamam)

Neyse bindik uçağa, önce yayılma hayallerim tuzla buz oldu. Çünkü canım uçağa fazladan koltuk mu koymuşlar ne yapmışlarsa uçak Sarıyer-Taksim minibüsü gibi olmuş. Koridorda yan dönmeden yürümeye imkan yok ve benim boyumdaki bir insanın bile dizleri öndekinin midesinden çıkacak gibi ön koltuğa dayanıyor, normal boyutta bir insanın 3’e katlanıp öyle oturması lazım. Biz bu uçakla Singapur havayollarında uçarken ben tek kişilik koltuğa bayağı yan yatabilmiştim halbuki. 

Kid free zone dedikleri normal ekonomi sınıfının ortasında ayrılmış 3 sıra koltukmuş ve arkandaki sırada çocuk olunca gayet “sırttan tepik zone” da oturmuş oluyorsun. Ve o çocuk bizim hemen arkamızda değil ama çarpraz arka sıramızdaydı. Elveda uyku!

Bebeklerin kulağı tıkanıyor, canları yanıyor, onları çok iyi anlıyorum. Çünkü ben de kulağımın tıkanmasından hiç hoşlanmıyorum ve çok huysuz olduğum bir günüm olsa ben de haykıra böğüre ağlayabilirim. Bu konuda empati kuruyorum. Fakat kazık kadar olmuş çocuk tam 6 saat 25 dakika çığlık atıyorsa bu kadar anlayışlı olmamı beklemeyin. Çünkü nihayetinde bu da kafa. 

Bu kazık kadar olmuş çocuğun derdi uçağın dar koridorlarında koşmaca oynamak. 6 saat boyunca hamster gibi hiç durmadan dönecekmiş koridorlarda ve bunun niye mantıklı bir hareket olmadığını anlayamıyor. Zaten ailesi de anlatmaya çalışmıyor aslında. Çünkü çocuklarının haykırması onlarda bir “white noise” haline gelmiş ve onlar sakince sudoku falan çözebiliyorlar. Fakat biz bunu yapamıyoruz. Bu arada her uçuş görevlisi geçişinde “oğlum bu sefer yandın bak şimdi yiyeceksin şaplağı” diye ümitleniyorum ama hosteslerin de daha önemli işleri var - bütün yolculara çemkirmek, insanların üstüne yemek tepsilerini devirmek, sonra ikinciyi tepsiyi verirken “aman dikkatli olun” diyen acı-ekşi soslu tavuğa bulanmış yolcuya bir kere daha çemkirmek, aralarda da ruj tazelemek gibi. (Hiç bir havayolunda bu kadar somurtan görevliyi bir arada görmemiştim bunu da bir ara not olarak gireyim. D ile uçuş bitene kadar birini gülümseteceğiz iddiasına girdik ve yukarı doğru ufak bir dudak kıvrılması bile görmedik)

Uyumayı falan zaten geçtim de bari film izleyelim diyorsun ve çocuğun sesi filmin sesini falan bastırarak beyninde çın çın ötüyor. Bütün bu yaygaraya ebeveynlerden tepki var mı? Hayır yok. Çünkü evrensel “çocuk işte” özrünün arkasına yayılmış piknik yapıyor onlar.

Sonunda 6 saat 25 dakika sonra bizim sıradan biri dönüp fransızca “biri şu çocuğu sustursun beynimizi biiiiiip” diye bağırdı. Bağıranın kim olduğunu söylemeyeceğim ama bağırmasını beklediğiniz kişi değil. Fakat bizim sözde kid free zone’un bütün talihsiz yolcuları bu anı bekliyormuş ki bir anda toplumsal dayanışma yaşandı, gözlerim doldu ve kayıtsız ebeveynlerden erkek olanı bir zahmet poposunu kımıldatıp çocuğunu gezdirmeye kalktı. Bunlar olurken hemen yanımızdaki mutfakta uçuş görevlileri rujlarını tazeliyordu.

Özetle ben çocuk severim ama ebeveynlerle anlaşamıyoruz, onu ne yapacağız bilmiyorum.

Bir de son not, belki bu uçuşun görevlileri yorgundu, hakları yemeyelim bir de dönüş yolundaki görelim dedik ama dönüş yolu da daha yer hizmetlerinde çalışanların somurtmasıyla başladı. Bir daha da zor uçarım. (şimdi ben bu büyük lafı ettim ya kesin uçmak zorunda kalırım o da ayrı bir not)

Ay dur bitirmeden bir not daha, havayolu şirketleri ekonomi uçan yolcuların da para verdiğini unutmasa ne kadar iyi olur. Sanki bizi babamızın hayrına uçuruyorlar gibi ne bu azamet kardeşim.

27.2.13

İstanbul'un Çamuru Paris'in Köpek Kakasına Karşı


Kısa bir İstanbul ziyaretinden döndüm geldim. Tereciye tere satacak değilim, siz her gün içindesiniz zaten, İstanbul çok güzel, çok da özlüyorum biliyorsunuz. Ama İstanbul çok da çabuk değişiyor. Paris’in son 150 yıldır çivi çakılmayan sokaklarından çıkıp İstanbul’un günde 3 yeni (yarı türkçe yarı ingilizce “yaratıcı” isimli ) gökdelen dikilen sokaklarına gelince, insanın ciddi ciddi kafası karışıyor. Napolyon bugün hortlayıp gelse Paris’te yolunu kaybetmeden gezebilir, ben 3 ayda bir geldiğim İstanbul’da net kayboluyorum. Evin önündeki inşaat ne kadar da yükselmiş diyorum, “oooo o inşaat durduruldu bile aylardır çalışmıyorlar” diyor babam.

Şehir böyle durmadan değişiyor tamam ama değişmeyen tek şey var o da - hayır değişimin kendisi değil- çamur! Bir şehrin daha yağmur başlamadan çamur kusmasına neden nedir, nasıl çözüm bulunamaz bilmiyorum. Ama biz ayakkabılarına büyük aşkla bağlı olanlardan büyük ah alıyor İstanbul ve İstanbul’dan sorumlular. Daha ayağınız yere değmeden hazırda bekleyen çamur damlaları koşup gözünüz gibi baktığınız ayakkabınızın topuğuna yapışıveriyor. Geçen hafta metroda çantasından portatif ayakkabı bakım sandığı çıkarıp deli gibi ayakkabılarını temizleyen birini gördüyseniz o benimdir.

Aynı yağmur burada da yağıyor, ama burada niye çamur yok bilmiyorum. Ama Paris’in nesi meşhurdur? Hayır makaronları kastetmiyorum, Eiffel kulesi de değil, Mona Lisa hiç değil köpek kakalarından bahsediyorum.

Paris kaldırımlarının mücevherleri köpek kakaları. Çünkü bu konu hakkında kanun da çıkarsan, ceza da yazsan, o kakalar kendi ayakkabılarının altına da sıvışsa Parisliler köpeklerinin kakalarını toplamamakta kararlılar. Bir süre sonra gözleriniz 200 mt ileriden köpek kakasını tanımlayabilen bir radar geliştiriyor. Ama o radar geliştirilene kadar, nasıl desem, oh merde!

Sabah koşularımda görüyorum. Köpeği kakasını yapmakta olan, yanına çöp torbası almadan çıkmış, hoş zaten o torbalardan hiç edinmemiş Parisli hareketi var. Köpek yolun en münasebetsiz, en iyi ortalanmış yerinde durmuş işini hallederken sahibi sanki o an uzay derinliğinden ani bir mesaj gelmiş gibi yüzünde çok dikkatli ve ciddi bir ifadeyle göğü taramaya başlıyor. Ya da tam o anda “bir telefon sesi duydum sanki, mesaj mı geldi ne” ifadesiyle telefonunu kurcalamaya karar veriyor. Yoldan geçenlerin bakışlarından kaçmak için her bahane geçerlidir.

Uzaylılar o an hakikaten dünyayı gözlüyorlarsa bir şehirde zig zag koşan, yürürken yürürken 2 adım seken, aniden zıplayıp sonra yoluna devam eden insanlar görüp anlamlandıramıyorlardır. Halbuki bütün bunlar yoldaki köpek kakalarına basmamak için. Bir de ani bir küfürle ayağını kaldırıma süre süre yürümeye başlayan mutsuzlar var. Bunlar basanlar...

Parislileri biraz tanıdıysam bu köpek kakası problemini çözmenin tek yolu cumhurbaşkanının tv’ye çıkıp “bugünden itibaren köpeklerin kakalarını her yere yapmalarını zorunlu tutuyoruz, hatta Elize sarayının bahçesine bekleriz, başımızın üstünde yerleri var, köpeklerinin kakalarını toplayanlar cumhuriyetin prensiplerine karşı çıkanlardır, köpek kakalarına özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” demesi! O andan itibaren tüm parisliler “bu rezaleti protesto ediyoruz, köpek kakası toplama özgürlüğümüz elimizden alınamaz” diye Bastille meydanını basmazsa ben de birşey bilmiyorum.

12.2.13

You've Got Mail



Doğrudan demokrasi demek bir nevi vatandaşın kafasını kızdıran kurumdan intikam alması demek. Bizde uygulansa daha oylanacak konular için dilekçe toplanması aşamasında iş toplu cinnete döner. Kesseler anlaşamayız.  İsviçre’de öyle değil, bir konunun oylanmasını isteyen herkes kanunda belirtilen sayıda imza toplarsa o konu oylanıyor. Vır vır vır tartışmak, bağırmak, çağırmak yerine gidiyorlar oylarını veriyorlar. Hatta gitmiyorlar, direkt evden oy veriyorlar.  Gelişmekte olan ülke vatandaşı herhangi birinin ağzını açık bırakacak konularda düzenli olarak eve oylama kağıtları geliyor.

Bu hafta eve gelen oylama konusu bu defa bankalara çok kızan helvetiklerin bankalardan intikam almaları için abartılı bonus sistemlerinin kaldırılması oylamasıydı. Bir türlü bitemeyen krizden dolayı bankalara gıcık olmayan kişi sayısının azlığını düşününce, oylamaya gitmelerine gerek bile yok aslında. Bence bankalar direkt kendi kendilerini imha edebilirler. Neyse bankalara sayfalarca kin kusabiliriz ama aslında konumuz o değil.

Konumuz dünyanın neresine giderseniz gidin asla şaşmadan sizi bulabilen İsviçre resmi evrakları.

Batı Afrika’da adres diye birşey yoktu. Çünkü sokak isimleri yoktu, varsa da kimse bilmiyordu, kapı numaraları da yoktu. Adres olmayınca posta servisi de yoktu. Zaten postayla birbirine birşey göndermeye çalışan da yoktu.

Fildişi Sahili’ndeyken Japon üst kat komşuma, jest yapmak isteyen bir arkadaşı Japonya’dan sevdiği grubun yeni CD’sini göndermişti. CD Fildişi Sahili gümrüğüne kadar bir şekilde gelmiş sonra orada takılmıştı. Kızcağız CD’yi alabilmek için kaç kere, kaç farklı ofise gitti, kaç farklı “pul parası” ödedi, CD’yi alana kadar grup yeni albüm çıkardı, bir noktada istemiyorum sizde kalsın dedi. Ama görevliler müziği dinlemiş ve beğenmemişler onun için kabul etmediler. Kıza illa gel al CD’ni diyorlar, kız da almaya çalışıyor ama bu sefer de vermiyorlar. Müziğe çok aşık bir insan olman lazım.

Gana’da adresler genel olarak, “büyük mango ağacının yanında sepet ören adamdan itibaren 7 ağaç say işte o kapı” çerçevesindeydi. Bir gün büyük mango ağacını kestiler. Katastrofi! Bir de tabii sepet ören adam o gün işe gelmediyse ara dur. Bizim evin adresi mesela “çok gizli polis merkezinin arkasındaki bankanın çalışmayan ATM’sinden 48 adım yürü, sola dön, sağdaki telefon kartı satıcısını geçer geçmez gördüğün büyük kapı” idi. Çok gizli polis merkezinin yerini prensipte kimsenin bilmiyor olması gerekiyordu bu arada!

Girişimci bir İtalyan evlere servis pizza işi kurmuştu. Fikir şahane çünkü junk food diye ölüp bitiyoruz, gelip giden havayollarının hostesleriyle arkadaşlık kurup bir dahaki uçuşta mcdonalds getirmelerini istiyoruz. Ciddiyim havaalanında takılıp hosteslerle arkadaş olmaya çalışan birini tanıdık. Böyle bir yokluk hali. Teori şahane ama pratik patlak. Çünkü  pizzayı getirmesi gereken kuryeye adresi tarif edene kadar, kurye de o adresi bulana kadar pizzanın peyniri küfleniyor. Kaç gün dönüyorsa demek. İtalyan girişimci battı.

İşte böyle posta servisi olmayan, adresi anlatmanın eve yürüyerek gitmekten daha yorucu olduğu şehirde bir gün bizim dairenin kapısı çalındı. Bu noktaya dikkat kesilelim, sitenin güvenliği falan demiyorum direkt dairenin kapısı çalındı. Birisi gelip elden D’ye yeni İsviçre oylama kağıtlarını getirdi! Oylamanın konusunu cidden hatırlamıyorum ama yani bu kadar zahmete girmeleri için oylamanın “yarın nükleer savaşı başlatıyoruz herkes mutabık mıdır” falan gibi birşey olması lazım. Bu İsviçre böyle bir memleket, dünyanın sonu gelse İsviçre postası mektupları dağıtmaya devam edebilir.

Yan komşu Fransa’da ise durum nedir derseniz, Fransa posta servisi çalışanlarından biri tam da noel öncesi gönderilerin en yoğun olduğu dönemde kendi kendine istifa etmeye karar verip, kararından da kimseyi haberdar etmeyi uygun görmeyip elindeki bütün dağıtımları bir çöp tenekesine atmış! Benziyoruz birbirimize diyorum size.

10.2.13

Katil Balinaların Adası Orcas


Benim güzel gezen arkadaşlarım var. Herkesin gittiği yerlere gitmezler, biraz keşfedilmemişin içine biraz da macera kat, içine bir de doğa yürüyüşleri ekle işte böyle gezerler. Şimdi bu arkadaşlar “bize güvenin, peşimize takılın” deyince gel de takılma peşlerine.

Seattle’ın meşhur (referans için bkz Grey’s Anatomy’nin romantik sahneleri) feribotlarından birine bindik. Şehir küçüldü, küçüldü, gözden kayboldu. Feribottan indik. Arabayla Pasifik kıyılarında gittik, gittik, gittik. Çok yüksek köprülerde durduk, piknik yaptık, yükseklikten korka korka köprülerin altından akan sulara baktık. Tekrar feribota bindik.

Feribottaki tek yabancılar bizdik. Nerelerden geldiğimizi duyunca bölgeleriyle gurur duyan tanımadık insanlar bize hikayeler anlattı. Haşmetli Rainier dağını arkamıza alıp resimlerimizi çektiler, Paris’te yaşayıp da bu kadar uzağa geldiğimize inanamadılar, Paris’e gitme hayallerinden bahsettiler, elimizi sıktılar, uzaktan uzaktan sarıldılar, iyi tatiller dilediler, feribot iskeleye yanaşmadan son bir kez dönüp “kalkıp Paris’ten geldiniz demek vay canına” dediler.

San Juan adalarında durdu kalktı feribot, ilk adayı geçtik, arabalar indi, ikinci adayı da geçtik yine arabalar indi, geldik 3. adaya Orcas adasına, burada da biz indik.

Orcas adası Washington eyaletinin kuzeybatı köşesindeki San Juan adalarının en büyüğü.  At eyeri şeklindeki adanın adı adayı çevreleyen sularda bolca görülebilen katil balinalar orkalardan gelmiyor. Balinaları gözlemek için adanın etrafı ideal olsa da adanın adı Juan Vicente de Güemes Padilla Horcasitas y Aguayo’dan geliyor. Adından anladınız, Meksikalı olan kont 1791’de adalar grubunu keşfediyor. Horcasitas da Orcas oluyor.

Sakin adayı orka balinalarını izlemek için gelen yerli turistler, Moran milli parkını ve Constitution dağını gezmek için gelen yürüyüş meraklıları, yazları şehirden kaçan Seattle sakinleri dolduruyor demek isterdim ama bütün bu gelen gidenlere rağmen ada kalabalık değil.

Kiraladığımız evin önündeki sahilden denize girmeyi çok isterdik. Ama ağustos ayında ayak bileklerimizi suya sokmamızla hipotermiyle gerçek hayatta tanışmamız bir oldu. Bir 10 saniye daha kalsak ayaklarımızı ameliyatla aldırmamız gerekebilirdi. Ayaklarımıza daha birkaç yıl ihtiyacımız olabileceğine karar verip sahilde vaktimizi denizde balinaları görmeye çalışmakla değerlendirmeye karar verdik. Tabii ki doğanın böyle hoş sürprizler yaptığı birisi değilim. Herkesin birbirine gördükleri balinaları anlattığı tatilde ben 1 tane bile görmedim.

Çok gezen arkadaşlarımızla ilgili heniz söylemediğim bir detay, içlerinden birinin doğumgününü kutlamak için Kilimanjaro’nun tepesine tırmandıkları. Bu detayı bilip de arkadaşınız “Constitution dağına tırmanacağız, kolay bir yürüyüş” deyince peşine takılırken bir an için tereddüt edersiniz değil mi? Tatilin yan etkisi olarak beyin aktivitelerim yavaşlamış olacak ki ben etmedim. Arkadaşlarımızın kolay dediği yürüyüşün tırmanışı 4 saat sürdü. Beni tanıyorsunuz tabii ki yanımıza su ya da yiyecek almamıştım. Dönüş yolunda yuvarlanıp kestirmeden yumuşak iniş yapabilmeyi inanın çok istedim.

Bir de Hollywood korku fimlerinin gözü körolmasın. Okyanusun ortasında, bizim gibi tıkış tıkış şehirlerde yaşayanlar için “ıssız” sayılabilecek bir adada, etrafta kimselerin olmadığı bir ormanda yürüyüş yapıp bir dağa tırmanıyoruz ve benim gözümün önünden criminal minds dizisinin ormanda saklanan sapık seri katilli bütün bölümleri teker teker jeneriklerine kadar geçiyor, bütün delirmiş hayvanlı filmleri hatırlıyorum, ayı görünce ellerimi kaldırıp kendimi uzun boylu yapsam ne kadar işe yarar onu merak ediyorum. İşin kötüsü -yine- gruptaki en kısa benim ve teorik olarak herkes ellerini kaldırırsa en kısa ben olacağım için ayı mutlaka beni seçer. Hoş o kadar açım ki ayı bana saldırmadan ben ayıya saldırabilirim.

Korku senaryoları yaza yaza 8 saatlik yürüyüşü bitirdiğimizde o kadar aç, yorgun ve sefildim ki kendim başlı başına bir korku filmi kahramanı olabilirdim. Ertesi günkü kas ağrılarını hiç anlatmıyorum bile, siz tahmin edebiliyorsunuzdur.

Bu yürüyüşten sonra günlerimizi ufku balinalar için gözlerimizle tarayarak, evin bahçesinde mangal yakarak, okyanusun yağlı ve lezzetli balıklarını yiyerek, Paris’ten kalkıp da buraya nasıl geldiğimizi merak eden ada sakinlerine dert anlatarak geçirdik

Dünyada görecek çok yer, buna karşılık çok az zaman ve daha da az para var. Onun için çıkan her fırsatı değerlendirmeli. Yine de dağların zirvelerine tırmanan arkadaşlarınız “kısa bir yürüyüşe gideceğiz” dediklerinde karar vermeden önce iyi düşünün derim.